Küçükken, annemin bir gün beni de tavan arasına atacağını düşünür; buruk bir sevinç duyardım yüreğimde.
Tavan arası, değerli bilip de atmaya kıyamadığımız eşyaların hıfzedildiği yerdi;
öyle ki oradakilerin tozlanması dahi değerini azaltmazdı.
zamanın eskitemediği her şey değer kazanırdı orada,
haberler getirirdi benden. öncekilerden, ötelere erenlerden.
Acaba bu karanlık tavan arasında kalsaydım; bana değer verildiğini mi düşünürdüm,
yoksa tozlarımla yaşamaya mahkum edildiğimi düşünüp terk edilmişlik
korkusuna mı kapılırdım ?
her şeyden önce benim oraya koyulma sebebim önemli olmalıydı belki de;
“değerli bilinmek!” devam eden süreçte unutulmak da ya daha değerli şeylere kavuşulmasından, ya da yaşanılan bir vefa imtihanındandır.
Vefa, tozlar arasında kalanı hatırlayıp onunla güzeli yad etmektir; belki de onu yürekte hatırlayıp niyaza eklemektir.
Tavan aralarımız, bazen evimizin çatısıdır, bazen de toprağın altı. mutlaka bir gün hatırlanır değer verilenler.
Değer verdiğimiz eşyaları, tavan arasına koyarken insanın aklına bir soru geliveriyor:
”Acaba ben de birilerinin tavan arasında mıyım?”
Beklemek benim imtihanım ise;
vefa birilerinin mi?
Ya da tavan aramdakilere vefalı mıyım?
Güldeki sevda,
Çöldeki ateş,
Denizdeki su kadar kadersin bana.
Bak alnına, iki kaşının ortasına.
Orada benim mührüm var.
Alnımın yazısı olduğun kadar, alnına da yazıyım.