EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ MUSTAFA AMCA...
Yıl 1943.
Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir. O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek.
Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.
Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’e mektup yazar:
“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın. Mutlaka adım atmalısın. Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.
FIKRALARDAN SEÇMELER
Değerli okuyucularım, merhabalar
Meşhur lokman Hakime sormuşlar, “Sağlıklı olmak için, ne yememizi tavsiye edersin” diye.
Lokman Hekim de, “Gam yeme de ne yersen ye” demiş. Gerçekten de öyle, değerli dostlar. Lokman Hekimin görüşüne paralel bir görüşte, rahmetli Annem gelirdi. O da derdi ki, “Morali yerinde olan bir kimse, taş yese midesi onu hazmeder, yok morali yerinde değilse, en sevdiği şeyi yese oda midesinde taş olur” derdi.
Krizin dünyadan uzaklaşmaya başladığı bir ortam da, belki moral olur düşüncesiyle, Bir demet fıkra anlatma kararı aldım, umarım beğenirsiniz.
BADEM ŞEKERİ YERMİSİN.
Bir hayli yaşlı olan bir hanım, bir taksiye biner. O kadar yaşlı ki, ağzında bir tek dişi bile yokmuş. Taksi yoluna devam ederken, “Evladım sana bir badem versem, yer misin” der. Taksi şoförü de, “Peki ana ver bakalım” der ve bademi alır yer. Kısa bir süre sonra, “Bir tane daha vermek isterim” dediğinde, dikiz aynasından yaşlı hanıma doğru bakan şoför, “Be anacığım, ağzında dişin bile yok, ne diye badem şekeri taşırsın, aklım hiç ermedi” dediğinde, yaşlı hanım, “Evladım, sana verdiğim bademi ben, badem şekeri olarak alıyorum, emiyorum, emiyorum, laynom torbada biriktirdiğim bademleri de sevdiklerimi böyle yediriyorum” der. Aman, badem yerken dikkat…
ALLAH VERSİN.
Aylardan Ağustos, Nasrettin hoca, 3. katta dam aktarmaktadır. Aşağıya, kapının önüne gelen biri, “Hocam, hocam, hele bir aşağıya gelir misin” der. Bir taraftan sıcak hava, diğer taraftan saatlerdir yoğun çalışması nedeniyle kanter içersinde olan hoca, “Herhalde çok önemli şey olmalı” diye, söylene söylene aşağıya iner. “Buyrun”, der. “Hocam, fakirim, bana Allah rızası için bir sadaka ver” der. Bu durum karşısında, başını bir sağa, bir sola çeviren hoca, “Hele bir yukarı gel” der. Her ikisi de binbir zorlukla, bir hayli yorularak, çatıya kadar çıkarlar. Sıra şimdi de hoca da ya, “Allah versin, evladım” der. Böylece bir bir berabere kalırlar.
BAKAN YÜZME BİLMİYOR.
Ülkenin birinde bir bakanın, medyayla bir türlü yıldızı barışamaz. Ne yapsa yaranamaz, eleştirilerden bir türlü kurtulamaz. Medya sürekli bir şeyler icat etmekte, ona saldırmaktadır. Aynı zamanda doğaüstü güçleri de olan bakan, medyayı alt etmek ve artık kendisiyle uğraşmalarına son vermek için bir plan yapar. Bakanlıktan bir basın bildirisi yayınlanır: "Sayın Bakan, Pazar günü saat 14:00'te, Falanca nehrini yürüyerek geçecek."
Beklenen saat gelir ve bütün basın mensuplarının gözü önünde, bakan, nehri yürüyerek geçer. "Artık benle uğraşamazlar" diye düşünen bakan, ertesi sabah masasına oturur ve gazetenin manşetini okur: "Bakan yüzme bilmiyor!"
BAKLAVA…
Hoca akşam üzeri eve doğru yürürken, baklava seven bir köylüyle karşılaşır.
-Hoca, kısa bir süre önce bir adam büyük bir tepsi baklava götürüyordu.
-Beni ilgilendirmez!
-Fakat adam tepsiyi sizin eve götürüyordu.
-O zaman seni ilgilendirmez!
EVLİLİK…
Hoca, evlilik ne demektir?
-Gündüzleri çifte hırlama, geceleri çifte horlama!
KAMYON ŞOFÖRÜ TEMEL…
Temel kamyon şoförüymüş. Bir gün kamyonu ile yokuş aşağı inerken freninin patladığını fark etmiş. İleriye doğru baktığında da yolun ikiye ayrıldığını görmüş.. Bir tarafta pazar kuruluymuş ve yüzlerce insan alışveriş yapıyormuş. Diğer tarafta ise küçük bir çocuk yolun ortasında oyun oynamaktaymış. Temel çok hızlı bir şekilde düşünerek pazar yerune çirersem pi sürü insan ölür en eyisu çocigu ezeyum demiş. Ertesi gün gazetelerde söyle bir başlık; pazara giren kamyon dehşet saçtı. 150 ölü… Temel e sormuşlar : - Sende hiç kafa yok mu? Bu kadar insani ezeceğine bari çocuğu ezseydin. Temel cevap vermiş : - Ula siz benu salak mi sandunuz? Bunu bende düşündüm... Tabii ki çocuğu ezecektim ama çocuk pazara dogri koşunca ben ne yapayım?
Saygılarımla...
GİRİŞİMCİLİK
Değerli Okuyucularım
Safir Aktüel Dergimizin bu ilk sayısında, 44 yıldan bu yana faaliyet gösteren bir girişimci olarak, sizlerle girişimcilik konusundaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Girişimcilik konusu uzun ince bir yol demektir.
Diğer bir ifadeyle; Bir girişimci çok kolay yetişmez ve girişimci olacak kişinin tüm ömrünü içerisine alır.
İdeal bir girişimci olabilmek için işin ‘A’ sın dan başlamak gerekir. Ayrıca girişimci olacağım demekle bir insan girişimci olamaz.
Birinci derecede olmazsa olmaz şart; Girişimciliğin o kişinin genlerinde bulunmasıdır. Girişimciliği genlerine sindirmiş olan kişinin ilk yapacağı iş, hedef olarak seçtiği mesleğin çıraklığından işe başlamaktır. Hani bir söz vardır; “Çıraklığını yapmadığın işim patronluğuna soyunma” diye. G7 dediğimiz ülkelere baktığımızda, girişimcilerinin el üstünde tutulduğu, en üst düzeyde de teşvik edildiği görülmektedir. Bizim ülkemize baktığımız zaman, girişimcilerimizin inanılmaz zorluklarla karşılaştığı görülür. Meşhur İngiliz iktisatçısının ifade ettiği gibi; “Fertler kendi menfaatleri peşinde koşarken topluma da hizmet ederler”.
Bilindiği gibi Türk girişimciliğinin temeli Cumhuriyetle birlikte atılmış olup, özellikle de 1950 yılında günümüze kadar büyük ivme kazanmıştır. 1964 yılında toplam ihracatımız 400 milyon dolar iken, 1980’li yıllardan itibaren Rahmetli Özal’ın çığır açacak yenilikleriyle birlikte, ihracatımızda da ithalatımızda da patlama yaşanmıştır. Düşük kur politikası izlenmesi nedeni ile hem ihracatçı, zarar görmüş, hem de cari acık hat safhaya çıkmıştır. Alınan önlemler ile dış ticaret açığını makul düzeye çekmek mümkündür ve gereklidir. Geçmiş yılları baz alarak son yılarla mukayese ettiğimiz zaman, dünyanın çok değişmesi ve çok küçülmesi sonucunda hayal bile edilemeyecek değişiklikler ortaya çıkmıştır. Üç ana sektör olan Ticaret, Hizmet ve Sanayi sektöründe, hayal bile olunamayacak durumlar meydana gelmiştir. Bu nedenlerle günümüzün genç girişimcileri başta lisan olmak üzere, her türlü güncel bilgilerle donatılmış olmalıdır.
Eskiden rekabet çok sınırlıydı ve kar marjları da çok yüksekti. Rakiplerde genelde Türkiye çapındaydı. Günümüzde ise rekabet inanılmaz boyutlara ulaşmış olup, kar marjları da çok fazla minimize olmuştur. Artık, aynı zamanda rakiplerimizde tüm dünya girişimcileridir.
Gerek 44 yıllık tecrübeme, gerekse yeni basılmış olan ‘Bursa’nın Örnek Girişimcileri’ kitabımdaki bilgilere dayanarak, günümüz girişimcilerinde olmazsa olmazları çok çok özet olarak şöylece sıralayabiliriz:
En üst düzeyde eğitimli olmak,
Bir lisanı ana dili gibi bilmek, hatta iki lisanı,
Seçtiği mesleğin mutlaka pratiğini- çıraklığını yapmak,
Planlı ve programlı çalışmak,
Kendi sektörü başta olmak üzere trendi çok iyi izlemek,
Sosyal olmak,
Güncel olmak,
Çok iyi bir takipçi olmak,
Çok iyi yetişmiş bir ekiple çalışmak,
Dünya ile entegre olmak,
Asla taklitçi olmamak,
Akıllı insan tecrübelerden yararlanan insandır, bunu unutmamalı,
Asla kefil olmayınız,
Hiçbir zaman peşin hükümlü olmayınız,
Asla kayıt dışı çalışmayınız,
Sektörünüz ile ilgili fuarlara katılın ve ziyaret edin,
Elaman transferi yerine, alacağınız kabiliyetli gençleri çekirdek kadronuza yetiştiriniz. Göreceksiniz, bu elamanlar kalıcı olacaktır,
Paranın sizi yönetmesine izin vermeyiniz,
Asla tek banka ile değil, birkaç banka ile çalışınız,
Hiçbir işi son ana bırakmayınız, önceden tedbir olmayı unutmayınız.
DAHA NİCELERİ…
Sevgiyle kalınız...
GÜÇLÜ İNSAN KİMDİR
Güçlü insan, hiçbir şeyin eksikliğini duymayan, kendisine güvenen ve gelecekten korkmayan kişidir. En büyük sorunlar karşısında bile bir çıkış yolu olabileceği bilincindedir.
Zayıf insan ise her zaman güçlü görünmeye çalışır. Bu şekilde zayıflıklarının üstünü örtmek ister ve övülmekten hoşlanır.Zayıf insanların hiç dayanamayacakları şey eleştiridir.
Güçlü insan bu gerçeklerin farkında olduğu için hata yapmaktan korkmaz. Kendi hatalarını söyleyeni sever, hata yapanı mazur görür.
Güçsüz insanlar ise, her şeye hakim olmak, herkes tarafından takdir edilmek ve başlarından sürekli iyi yönlerini duymak isterler.
Sürekli huzursuzluk içinde yaşadıklarından, her yerde huzursuzluk kaynağı olurlar.Çünkü kıskançtırlar.
Güçlü insan öfkesini yener.
Zayıf insan ise sık sık öfkeye kapılarak itibarını kaybeder ve kendini küçük düşürür. Herkes ve her olayı kendisine yönelik bir tehlike olarak görür.
Güçlü insan sevgi dolu, mutlu ve başarılıdır.
Zayıf insan ise Don Kişotvari hayali düşmanlarla mücadele ederek ömrünü mutsuz bir şekilde tüketir.
Tartışma ile işe başlamak her zaman zarar doğurur. Eğer tartışmayı açan kazanırsa, karşısındaki kırılmış, gücenmiş olur. Bir bakıma küçük düşmüş olur.
Güçlü insanlar başkalarını incitmezler. Güçlü insan etrafındakini öyle etkiler ki kimse incinmez.
Bilgi toplumunda güçlü kişi bilgiye sahip olandır.
Zayıf insan, başkalarının görüşlerine derhal karşı çıkar, onlara hiç hak vermez.
Oysa güçlü insan farklılıkları olduğu gibi kabul eder ve bu farklılıklardan faydalanmaya çalışır.
Bilimsel araştırmalar göstermiştir ki, sakin bir şekilde soğukkanlı olarak ifade edilen gerçekler daha kolay kabul edilmektedir.
Yüksek sesle, sinirli bir şekilde, tehdit dolu ve güç gösterisi yapılarak ifade edilen sözler, karşımızdakinin egosuna saldırıdır.
Egosuna saldırıldığını gören kişi artık hiçbir şey dinlemez ve kendini korumaya çalışır.
Bu nedenle önce karşımızdakini iyi dinlemeli, karşımızdakiyle aynı düşüncede olduğumuz konuları belirleyerek, o konulardan yola çıkmalıyız.
Hatalarımız varsa da hemen kabul etmeliyiz ki, karşımızdakinin elinden silahlarını almış olalım.
Sammel Smiles"in dediği gibi, "Herşeyin iyi tarafını görebilmeyi bir alışkanlık haline getirmek, bin sterlinlik bir yıllık kazançtan iyidir."
Değerli okuyucularım, şu günlerde okumakta olduğum Dr. Zülfikar Özkan"a ait "Mutluluk ve Başarı yolları" isimli kitaptan bir alıntı yaptım.
Beğeneceğinizi umarım.
GÜL VEREN
Değerli okuyucularım merhabalar
Başta Van da ki deprem ve terör olmak üzere, hepimizi çok üzen olaylar maalesef gündeme oturmuş durumdadır. Böyle bir ortamda hepimizi ferahlatacak bir yazıyı sizler ile paylaşmayı düşündüm.
"Gül verenin elinde gül kokusu kalır"...
Bir gün evinizden çıkıp bir gül bahçesine girin, dokunun ellerinizle bir güle. Ama koparmayın sakın, yalnızca dokunun ve okşayın . Sevin, sadece sevin ve sevgisini tutup koyun gönlünüze.
Dalında duran bir gülün nasıl buram buram hasret, aşk en önemlisi de dostluk koktuğunu göreceksiniz.
Güllerin üzerindeki çiy damlalarına bakın! sevinç ve hasret gözyaşlarıdır onlar, dostluk gözyaşlarıdır. Sevdiği için dökülmüştür, dostu için. Sevgiyle okşadığınızda bakın nasıl özlemle yanar elleriniz, yüreğiniz nasıl da aşkla çarpar, sevgiyle tutuşur. Onu koparmaya varmaz eliniz. Kalbiniz titrer.
Dokunun bir güle, koparmayın; sadece dokunun. Ne kadar katı olursanız olun, katı yüreğinizin nasıl yumuşadığını göreceksiniz. Sevginin, dostluğun sıcaklığı kalbinize nasıl dolduğunu hissedeceksiniz.
Ve o an başınızı kaldırıp uçsuz, bucaksız gökyüzüne bakın, göğün mavisindeki ferahlığa. O an belki, sevdalı bir kuş gelip konacak saçlarınıza, ürpererek ve ürkerek gözlerinize bakacak. Avuçlarınızın içine alıp kalp atışlarını dinleyin. Salın sonra gökyüzündeki özgürlüğe ve derin bir nefes alın. Havada özgürce kanat çırpınışının güzelliğini doldurun içinize. Dostluğun, vefanın, sevginin, özgürlüğün eşsiz güzelliğini yaşayın.
"Gül verenin elinde gül kokusu kalır" der bir Çin atasözü. Bende gül koklayanın yüreğinde gül kokusu kalır diyorum. Bir gül ancak bir dostun elinden verilince, iç bayıltıcı güzelliğini algılar ve anlarız. Buram buram kokladığımızda dostluğun ağırlığını hissederiz.
Vefalı bir dostumuzu kaybettiğimizde yada ondan ayrıldığımızda nasıl da sancır yüreğimiz, gecelerce uykusuz kalır gözyaşı dökeriz. Sevgimizin, dostluğumuzun ölçüsünü ancak o zaman anlarız, ama ne yazık ki, bazen iş işten geçmiş olur. Çünkü geç kalmışızdır.
Bilir misiniz? nice köklü dostluklar, ayrılık tokatını beklermiş, anlaşılmak için?. İnsan bazen dostluğun önemini, değerini ve bir dostunu ne kadar çok sevdiğini ancak iş işten geçince anlar.
Balıklar engin denizde suyun kıymetini ancak ondan uzak kalınca farkına varır ab-ı hayatın ne olduğunun.
Dostluklar öylesine güzel, öylesine derin, anlamlı, incelikli, içtenlikli ki; bir güneş kadar sıcak, toprak gibi vefalı, su gibi temizdir.
Vefanın, dilin, duygunun, yüreğin el ele, yüz yüze, iç içe girdiği, gönül gönüle birleştiği, bir gül bahçesinin güneşlenmesidir dostluk. Fırtınalarda, boranda yüreğimizin ısınmasıdır. İşte o nedenle, her şeye rağmen sizinde bir dostluk gülünüz olsun yüreğinizde...
Siz de bir güle dokunun ve sadece koklayın göreceksiniz ki, dostluklar ne kadar önemli ve değerlidir.
Dostluk öyle bir şey ki, hep tazelenmek ister. Hatırlanmak ister. Dost olun sizde, şu üç beş günlük ömrünüzde kimseye kötülük etmeyi düşünmeyin. Size kötülük etseler bile. Vicdanı rahat, yüreği temiz olun. Dostluğun aydınlığını, sıcaklığını ve lezzetini tadın. İliklerinize dek hissederek yaşayın.
Yeri geldiğinde sararıp solun, düşen bir kuru yaprak olun, ama asla soldurmayın, sarartmayın dostluk gülünüzü...
Unutmayın; Hayatta hiçbir şeyiniz olmasa dahi, Yüreğinizi ısıtacak hep bir dostluk gülünüz olsun...
GÜNÜN ÖĞRETİLERİ...
İnsanlara doğru değer ver, haketmeyenleri sil.
* Kimseye yalvarma.
* Asla dön...üp de arkana bakma.
* Sır tutmasını bil.
* Dostlarının yeri ayrı, sevgilinin yeri ayrı.
Sevgilin için dostlarını, dostların için sevgini satma.
* Hakettiğin sevgiyi alamadın mı? Kendini üzme, sorun sen değilsin.
* Kimsenin lafıyla dolduruşa gelme, ama aklının bir köşesinde de tut.
* Bir ilişkiyi kafanda bitirdikten sonra iki çift tatlı söz,
iki damla gözyaşı için asla yumuşama.
* Seni sevenlerle kullananları iyi ayırt et.
* Seni dinleyip anlamaya niyeti olmayanlarla tartışma.
* Emrivaki oluşturulan dostlukları kabul etme.
* Eğer verdiğin o kişide kalmıyorsa ikinci bir sır şansı verme.
* Dostun olacak insanları bazı kriterlere göre belirle.
* Kendini öven insanlardan kaç.
* Karşındakinin doğruyu söylediğini varsayma.
* Kendine saygını yitirmene neden olacak hiçbir şey yapma.
* Sorunun olduğunda insanlar zaman ayırıp seni dinliyorlarsa onların öğütlerini gözardı etme.
* Göz göre göre su birikintilerine taş atma, mutlaka üzerine sıçrar.
* Gözyaşlarının değerini bil. Onları haketmeyenler için harcama.
* Sana bahşedilen zekayı kullanmayarak Allah'a hakaret etme!
* Senin zekana inanan insanları hayal kırıklığına uğratma.
* Kendini sev.
* Alkol alınca kontrolünü yitirenlerle asla tartışma.
* Dışarıdaki güneşe bakıp gülümse ve önünde koskocaman bir gelecek olduğunu unutma.
* Dostluğunla yetinmeyenler için hiçbir fedakârlık yapma.
* İnsanları kaybediyorsun diye ağlayıp sızlama, ama kazandığın insanların değerini bil.
* Kimseye taşıyabileceğinden fazla değer verip bununla övünmesine fırsat verme.
* Güvenmediğin kimseye aleyhine kullanılabilecek hiçbir koz verme.
* İstediğini almak için asla duygu sömürüsü yapma.
* Sana duyulan sevgiyi ve güveni istismar etme
Karşına çıkan kişiler her kimse,
doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur,
hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.
“Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”
İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.
“Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.” Kendine iyi bak. Tüm kalbinle sev. Sonuna kadar hayatın tadını çıkar. Hayattındaki her gün bir hediyedir, kıymetini bil.
GÜZELLİK ÖZEL OLABİLMEKTİR
Yavaş yavaş yaşlanıyoruz ama,
Önemli olan güzel yaşlanmak!
Bundan 50 yıl önce 40 yaşındaki bir kadının hayatının bittiği düşünülürdü. Oysa bu düşünce şekli zamanla değişti ve artık 40’lı yaşlar belki de bir kadının en güzel dönemi haline geldi.
Gözle görülen yaşlanma kişiden kişiye değişir. Yaşlanmamızda genetik faktörler, alışkanlıklar, beslenme şeklimiz ve çevre de rol oynar. Günümüzde, genç görünmeye verilen önemden dolayı, yaşlanma bunalımına maalesef çok erken yakalanıyoruz. Bu yüzden, hepimiz çeşitli yöntemlerle yaşlanma sürecini yavaşlatmaya, ya da güzel yaşlanmaya çalışıyoruz.
Asıl önemli olan biyolojik yaşımızdır. Buna biz karar verir ve bu konuda da gerekeni yaparız. Gizli bir gençlik iksiri yoktur ama hangi yaşta olursanız olun, sizi daha genç gösterecek, kendinizi genç hissettirecek şeyler yapabilirsiniz.
Mesela yaşımız ilerledikçe kilomuza daha çok dikkat etmemiz gerekir. Beslenme şeklimizi mutlaka gözden geçirmeliyiz, zira şişmanlık insanı olduğundan daha yaşlı gösterir. Dengeli beslenme genel sağlımız içinde büyük önem taşır. Yeterli miktarda vitamin, maden almaya da dikkat etmeliyiz. Kuru kayısı, taze kayısı özellikle yememiz gereken meyveler listesinde olmalıdır. E vitamini bildiğiniz gibi iyi bir gençleştirici sayılmaktadır. Vitaminler içinde; Demir pürüzsüz bir cilt için, Kalsiyum güçlü saç, tırnak ve cilt için, Vitamin A sağlıklı cilt ve göz için, Vitamin B hücrelerin çoğalması ve Vitamin C cildimizdeki kolajen oluşumu için tavsiye edilir. Muz, üzüm, portakal, çilek, kiraz, kivi, armut, böğürtlen gibi meyvelerden bu vitaminleri doğal olarak da alabiliriz.
Yaz mevsiminde sizi güneş konusunda bende uyarmak isterim. Biliyorum, güneşlenince cildinize renk geliyor, pırıl pırıl parlıyor, canlanıyor. Fakat fazla güneş unutmayın ki cildinize büyük hasar verir. Güneş banyolarına devam etmek, uzun süre güneşte kalmak hem cildin vakitsiz yaşlanmasına, hem de cilt rahatsızlıklarına sebep olur.
Cildiniz ne kadar açık renkse o kadar dikkatli olmalısınız. Hassas ciltlerin mutlaka güneş koruyucu sürmesi gerekir.
Ben, şahsen üç senedir güneşlenmiyorum ve faydasını şimdiden görmeye başladım. Sanırım, cildim için aldığım iltifatlar bu yüzden olsa gerek. Güneşe çıkmam gerekiyorsa, mutlaka yüksek derecede bir koruyucu sürerim. Herkes gibi bende güzel yaşlanmak istiyorum.
Son zamanlarda, kozmetik dünyasında dikkatimi çeken denediğim bir ürünü size tanıtmak istiyorum. Hyaluronic Acid serum; Yaşlanma etkilerinin azaltılmasına yardımcı, bağ dokusunu güçlendirerek cilt sarkmasına engel olduğu söyleniyor. Yüksek konsantrasyonda “hyaluronic acid” serumu cildin kendi nem dengesini düzenlemesine yardımcı olurken, düzenli kullanımda cildin dolgulaşmasına, ince kırışıklıklarınızın görünmez olmasına destek verebilir deniliyor. Sizde bir cilt uzmanına danışarak bu ürünü deneyebilirsiniz.
Güzel güzel yaşlanacağınız daha nice yıllar dileğiyle…
Unutmayın!
Güzellik başkalarına benzemeyip özel olabilmektir.
Sevgiyle kalınız.
HUZUR...
Bir gün bir kral ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar, birbirinden güzel resimler yaparlar. Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
Resimlerden birisinde sakin bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir. Resim bakanları mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşündürecek kadar güzeldir.
Diğer resimde de dağlar vardır. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden boşanan yağmurlar ve çakan şimşek resmi daha da sıkıntılı hale sokmaktadır. Dağın eteklerindeki bir şelale ise insana gürültüyü, yorgunluğu hatırlatacak kadar hırçın resmedilmiştir. Kısaca resim, pek de öyle huzur verecek türden değildir.
Fakat kral resme dikkatli bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası göze çarpmaktadır. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuşun kurduğu yuva, harika bir huzur ve sükun örneği sunmaktadır izleyenlere.
Ödülü kim kazandı dersiniz? Tabi ki ikinci resim. Kralın açıklaması çok da uzun değildir:
Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının yada zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir.
HAYAT GÜZELDİR...
Hayata hiç isyan etmeyin.
Öncelikle şunu kabul edin, hayat adil değil.
Hiçbirimiz, hiçbir canlı eşit yaratılmadı.
Başımıza gelenler de eşit değil.
Önce hayatın adil olmadığını kabul etmelisiniz.
Guguk Kuşu" filminde Jack Nicholson akıl hastanesinde çok ağır bir mermer
havuzu kaldırabileceğine dair diğer hastalarla iddiaya girer. Yüklenir ve
havuzu kaldırmaya çalışır, kaldıramaz. Diğer hastalar onunla alay ederken
bir şey söyler:
"Ben en azından denedim".
Siz gerçekten denediniz mi?
Yoksa pencereden hayatı mı seyrediyorsunuz?
Hayata Windows 98'den, Sony 72 ekrandan mı bakıyorsunuz?
Oysa hayat hepimizin avuçlarının içinde,
Kiminin nasır tutmuş parmaklarında
Kiminin boyalanmış ellerinde,
Kiminin gömleğinde ki ter kokusunda,
Ama hayat her zaman avuçlarımızın içinde.
Nasıl istersek, neye karar verirsek hayat orada var.
Güneş, her sabah yeniden doğuyor,
Gün, her şafakta nice umutlara gebe şekilde ağarıyor ve siz,
Eğer isterseniz hayatı bir ucundan yakalama şansına sahipsiniz.
Yeter ki gülümseyin
Yeter ki bu gün benim günüm diyerek kalkın yatağınızdan.
HAYATIN EN GÜZEL YANLARI
---ASIK OLMAK----
-YUZ KASLARINIZ AGRIYANA DEK GULMEK.
-SICAK BiR DUS.
-OZEL BiR BAKIS.
-MAiL ALMAK.
-MANZARALI BiR YOLDA ARABA KULLANMAK.
-RADYODA EN SEVDiGiNiZ KiSiNiN SARKISININ CALMASI.
-YATAGINIZA UZANIP YAGMURUN SESiNi DiNLEMEK. ALINTIDIR
Öyle biri ol ki hayatımda, gören imrensin benim niye yokki desin.. Öyle bir sev ki beni hic bitmesin..Öyle bir seveyim ki seni baska kimse sevmeye cesarete edemesin... ve Öyle bi biz olalım ki Önümüze Kimse geçemesin.
HAYAT SEVGİ VE UMUT VERMEKTİR
Her şey bir hayal olsa da siz bütün gerçekliğinizle verin sevgi ve umudunuzu.
Bir gün kazanacaksınız değer bulamasanız da istediğinizden, ihanete uğrasanız da.
Bir gün anlayacak biri sizi, yeter ki Allah için yapın her şeyi, yeter ki ihanet eden siz olmayın, ancak o zaman üzülmezsiniz. Asla pes etmeyin.
Hayaller ve umutlar olmasa yaşamanın anlamı da kalmazdı.Geçmişin hayaliyle yaşamayın, "hayallerle yaşayanlar gerçeklerle mutsuz olurlar". ama geleceğiniz için dolu dizgin kuracağınız hayaller sizi büyük başarılara ulaştıracaktır.
Hayat hayaldir.
Hayatı seviyorum, sevdiklerimi, "san"dıklarımı kaybetsem de, kendilerini kaybettirseler de, hiçbir şey bizim elimizde değil, hayatın tadı da burada zaten, elimizde olmaması, bize tüm duyguları tattırması, öğretmesi ve bu şekilde büyütmesi.. Her şeye rağmen her şey inadına çok güzel..
Her bitiş yeni bi başlangıca yelken açar. Her merhaba bir veda olsa da, her veda yeni merhabalar fısıldar.
Bugün, dünün hayalini yaşayıp, yarının hayalini kurdu.
Yarınların bugünden daima ileride ve yeni hayallere, sevdiklerinizle, güvenmeye çalıştıklarınızla, umduklarınızla ilerlemeniz dileğiyle.
HİÇ İSTEMEDİN Kİ
Çok istiyorum ama olmuyor, dedi genç delikanlı, ne yapsam olmuyor. İnanınız, elimden geleni yaptığım halde olmuyor.
Sen istemek nedir hiç bilmiyorsun ki diye cevap verdi ihtiyar hafifçe sesini kısarak. Gerçekten isteseydin olurdu. Evet, hiç boşuna yorma kendini, isteseydin, eğer gerçekten isteseydin, olmak istediğin, olmasını istediğin olurdu. Olmadığına göre sen henüz istememişsin demektir.
İstemek, birşeyin olmasını istemek, gerçekten istemek nedir o halde, diye saf saf sordu genç.
Ve sualinin cevabı hemen geldi: İstemek, olmayı istediğin, olmasını istediğin şey için ölmeyi göze almak, ölecek kadar istemek, hatta olmak için, olması için ölmek demek!
İstemek, birşeyin olmasını istemek, onu dilemek, onu arzulamak, tutkuyla, hırsla, ihtirasla onun olması için yanıp tutuşmak.
Ah ne zordur istemek! İstek sahibi olmak, tutku sahibi olmak, tutmak için tutuşmak, tutmak uğruna tutuşmak, tutuşmak pahasına tutmak, tutarken ve sırf tuttuğu için tutuşmak, yanmak yani, olmak için ölmek, ölmedikçe olmayacağına, olunamayacağına inanmak!
İstemek, birşeyin olmasını istemek, olmayı istemek.
Yani?
İstemek, bedel ödemek demek. Bedelini hesap etmeksizin istemek demek. Bedeli ne olursa olsun istemek demek. İsteğin şiddeti arttıkça ödenecek bedelin miktarının da artacağını bilmek demek. Bedeli büyük olduğu için olması istenenden kaçmak değil, bedeli büyük olduğu için olması istenene koşmak demek. O halde istemek demek, herşeyden evvel bedeli büyük olanın olmasını istemek demek. İstemek, bedeli seve seve ödemek, bedeli göze alınan şeyin olmasını istemek demek.
Gönül cenneti istiyor imiş ammâ günahlar bırakmıyormuş.
Söylesene sevgili dostum, günahlar da kim oluyormuş! Gönlümüze ket vuracak, gönlümüzün isteklerini, istediklerini engelleyecek günah mı varmış bu dünyada?
Gönül bir kere istese, gönlün kendisi cennet olmaz mı? Bir kere, evet bir kere gönül cenneti istese dağlar tepeler düzlük, denizler yol olmaz mı insana?
Günah adam gibi istememenin, isteyememenin adı değil mi zaten? Günah, istemesini bilmeyenlerin, istemek nedir bilmeyenlerin içine yuvarlandığı çukur değil mi?
Evet, günah, olmayanlara, olmayı adam gibi istemeyenlere verilmiş bir ceza. Günah bir sebep değil, bilakis günah tamıtamına bir âkibet. Bir sonuç, hem de istemeyi bilmemekten hâsıl olan bir sonuç. Günah. istemeyenlerin, istemesini bilmeyenlerin, istemek nedir bilmeyenlerin ağına düştüklerine avcı. Tutkusunu kaybetmişlerin kucağında uyumayı tercih ettikleri yosma. Ölmeyi göze alamayanlara kurulan darağacı. Çeşm-i siyahın ta kendisi günah. Ağlayan değil ağlatan, sızlayan değil sızlatan. Günah, tutkusuzlara özgü bir ceza, tutmaktan vazgeçenlere, ağzım kurusun, tutmaktan değil, tutulmaktan korkanlara musallat olan belâ. Evet, isteyenlerin değil, istemekten çekinenlerin belâsı hem de.
İsteseydin, eğer gerçekten isteseydin, olmak istediğin, olmasını istediğin olurdu. Olmadığına göre sen henüz istememişsin demektir.
İsteseydin eğer, isteğinin şiddetinden, istemenin muhabbetinden yer yarılır, gök parçalanır, ma‘dum mevcuda, adem vücud'a inkilâb ederdi. İsteseydin eğer, günahların yok olurdu. Bir kere isteseydin, evet bir kere gerçekten isteseydin olan olurdu, olacak olan olurdu. İsteseydin, olmaz bile olurdu.Sen hiç istemedin ki dostum. İstemek nedir bilmedin ki! Hiç tutulmadın sen! Tutkuların için ölmedin ki! İsteseydin ölürdün, ölseydin olurdun. Sen hiç olmadın ki! Evet, olmadın, çünkü sen hiç ölmedin. Ölecek kadar istemedin, ölümün pahasına istemedin, ölümüne istemedin! İsteseydin ölürdün, ölseydin olurdun. Ne öldün ne oldun. Çünkü sen istemedin. İsteğini, istediğini aslında dile bile getirmedin. Öyle ya, bir kere dile getirseydin, olurdun, bir kez adam gibi aklından geçirseydin hemen orada olmuş ve ölmüş idin.
Sen hiç istemedin ki dostum. İstemesini bilmedin. İstemek nedir bilmedin.
Çünkü sen ol deyince olduranı hiç tanımadın.
HİÇKİMSE KENDİSİNİ VAZGEÇİLMEZ SANMASIN...
Bir Gün bir Doktora,
Gerginlik ve Tedirginlikten Şikayetçi olan
Bir Hasta gelmiş.
Yapması gereken çok İşinin bulunduğunu;
Fakat kendisinin rahatsız,
İşlerin ise beklemeye tahammülü olmadığını söylemiş.
Doktor:
Bu işleri başka biri yapamaz mı?
Ya da bir başkası size yardımcı olamaz mı? diye sormuş.
Adam,
Onları yalnız ben yapabilirim;
Bütün işler bana bakıyor! diye cevap vermiş.
Doktor,
Sana bir Reçete vereceğim.
Bu Reçeteyi aynen tatbik etmen gerekiyor!
Diyerek, yazıp eline vermiş.
Adam reçeteyi eline alıp baktığında,
Hayretler içinde kalmış.
Reçetede,
Her gün en az iki saat işi bırakıp yürüyüş yapacaksın ve
Her haftanın yarım gününü bir
Mezarlıkta geçireceksin yazıyormuş.
Hasta adam;
Yürüyüşü anladık ama;
Neden Mezarlık? diye sormuş.
Doktor:
Oraya gidip Mezar taşlarına bakmanı istiyorum.
Mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sanan İnsanlarla doludur.
Sen de onlar gibi Ölüp Mezarlığa gömülünce,
Kendinden başkasının yapmasına imkan olmadığını zannettiğin işlerin,
Başkaları tarafından da yapılmaya devam ettiğini göreceksin, demiş.
Evet, bulundukları noktada kendilerini vazgeçilmez gören;
Halbuki orada, Problem çözmek yerine
Problemin bir Parçası olduğunun
Farkına varmayan insanlar için de,
Doktorun Reçetesi geçerli değil mi?
Aslında, kendini bu Hasta adam gibi gördüğü sürece,
Herkes için geçerli bir reçete...
Hiçbirşey için “BENİMDİR” deme,
sadece de ki;“YANIMDADIR”
Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili,
ne hayat, ne ölüm, ne huzur, ne de keder..
DAİMA SENİNLE KALMAZ
Hayat insanın karşısına tahmin bile edemeyeceği sürprizler çıkarıyor
Olmaz, yapamam dediklerimizi yapıyoruz
Bu benim başıma gelmez dediklerimiz, başımıza geliyor
Büyük büyük söylediğimiz laflarımızı yutuyoruz
Hayat bizi yavaş yavaş törpülüyor
Sivriliklerimiz kalmıyor…
Bu güne kadar öğrenmek istediğimiz,
yapmak istediğimiz her şeyi denedik ve yaptık.
Bana bunun bir kabiliyet olduğunu söylediler.
Hayır, denemeden hiçbir şeye YAPAMAM demedik.
Bugüne kadar. bu benim başıma gelmez demedik, hayret hayat bizi şaşırtmadı.
Afetmeyi öğrendik.
Törpüyü ben kendimiz kullandık.
Çok şükür kimse bizi törpülemedi
Çünkü yumuşak başlıyız
İnandıklarımızda inatçıyız.
Vermek vermek vermek
Hep eksiliyoruz sandık
Ama şimdi.
Okuduklarımızla ne kadar güçlendiğimizi gördük.
Başkalarını kandıramayacağımızı, sadece kendimizi kandırdığımızı öğreniyoruz.
Kendimizle yüzleşiyoruz
Hatalarımızı keşfediyoruz
Bilinç tazeliyor, bilinç yeniliyoruz
Aynı kararda asla kalmıyoruz…
Belki geç oluyor, ama sonuçta oluyor.
Yaralar sarılıyor
Sarılmayan yara kalmıyor
Kimilerinin izi kalsa da…
Başımıza gelen her ne ise.
Sevip terk edilmek de olsa
Kavuşamamak da olsa
Ayrılmak da olsa…
Hepsinin bizim için hayırlı olduğunu anlıyoruz
Kaderimizi yazanın sadece bizim için “hayır” dilediğini biliyoruz
O’na güveniyoruz
İşte o zaman hiç yanılmıyoruz
Mutsuz da olmuyoruz…
Başımıza gelen her ne ise.
Vaki olan her ne ise....
İnandık , iman ettik.
Huzuru bulduk sonunda.
Her yeni gün yepyeni şeyler getiriyor
Her yeni günde sonlar yaşanırken, ilkler de yaşanıyor
Bitişler yaşanırken, başlangıçlar da yaşanıyor
Her yeni gün yeni hasatlar yapılırken
Yeni tohumlar da ekiliyor
Tıpkı ölümle doğum gibi…
Aşık olduğumuzu zannettiklerimize
gerçekten aşık olmadığımızı
Dostlukların aşk kadar önemli olduğunu anlıyoruz
Olmazlar için döktüğümüz gözyaşlarına üzülüyoruz
Vaktiyle kızdığımız şeylere gülüyoruz
“Boş yere kızmışım hiç değmezmiş” diyoruz
Nefretler yok oluyor,
İlk evvela kendimizle barışıyoruz
Kendi ile barışık olanın, dünya ile barışık olduğunu
öğreniyoruz.
Taşkınlıklar duruluyor
Duruluyoruz…
Hayatın sürprizleri hiç bitmiyor.
Harika bir duygu kapımızı çalıyor
Gönlümüze buyur ediyoruz.
Her şey bitti dediğimiz anda yepyeni kapılar açılıyor.
Yepyeni insanlarla tanışılıyor
Yepyeni fırsatlar karşımıza çıkıyor
Her gelen gün yepyeni bir gün
Bir öncekine hiç benzemiyor…
Ve biz artık bunu.
biliyoruz.
İÇİMİZDEKİ HAZİNE
Değerli okuyucularım
Sahip olduklarımızın farkına varabilmekle ilgili bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istedim.
Ümid diyorum ki keyifle okuyacaksınız.
Değerle kalınız...
***
Bir dilenci otuz yıldır bir yol kenarında oturmaktadır. Bir gün, onun önünden bir yabancı geçer. Dilenci, eski şapkasını mekanik bir biçimde ona uzatarak;
-"Allah rızası için bir sadaka," der.
-"Benim sana verecek hiçbir şeyim yok," der yabancı.
Sonra,
-"Sen neyin üzerinde oturuyorsun?" diye sorar.
-"Hiçbir şey," diye yanıtlar dilenci. "Sadece eski bir sandık. Kendimi bildim bileli onun üzerinde oturuyorum."
-"Onun içine hiç baktın mı?" diye sorar yabancı.
-"Hayır," der dilenci. "Niye bakayım ki, onun içinde hiçbir şey yok."
-"Yine de bakmalısın bence" diye ısrar eder yabancı.
Dilenci yerinden kalkar ve biraz uğraştıktan sonra sandığın kapağını açmayı başarır. Şaşkınlık ve sevinç içinde, sandığın altınla dolu olduğunu görür..
Ben, size verecek bir şeyi olmayan ve size içinize bakmanızı söyleyen o yabancıyım. Bu meselde olduğu gibi, herhangi bir sandığın içine değil, çok daha yakın bir yere, "kendi içinize" bakmanızı söyleyen biri…
-"Ama ben dilenci değilim ki," dediğinizi işitir gibiyim.
"Gerçek serveti, yani, var'lığın ışık saçan sevincini ve ona eşlik eden derin, sarsılmaz huzuru bulamamış olanlar, büyük bir maddi servete sahip olsalar dahi, dilencidirler. Onlar haz ve doyum kırıntılarını, onaylanmayı, güvenliği ya da sevgiyi dışarıda aramaktadırlar. Oysa onların içinde sadece bu şeyleri içeren değil, dünyanın sunabileceğinden sonsuz derecede daha büyük bir hazine vardır, bilemezler"..
Varolmanın Gücü - Eckhart TOLLE
İMAM DEDİĞİN BÖYLE OLMALI
Değerli okuyucularım, merhabalar.
Yaklaşık 500 yıl önce, bir imamda aranan kriterlere bakınız lütfen.
Atalarımız 620 yıl dünyaya hükmetmişse, demek ki boşuna değilmiş. Bana çok ilginç ve ders mahiyetindeki bu yazıyı sizler ile paylaşmak istedim.
YAPIMI 1557 YILIN DA TAMAMLANAN SÜLEYMANIYE CAMİİ'NE, BİR İMAM ARANMAKTADIR.
İMAMDA ARANAN NİTELİKLER, SÜLEYMANİYE VAKFIYESİ'N DE ŞÖYLE BELİRTİLMEKTEDİR.
1-YÜKSEK İLIMLERİ VE ALET İLIMLERİNİ BİLECEKTİR.
2-ARAPÇA'YI VE FARSÇA'YI BİLECEKTİR.
3-AYRICA, LATİNCEYİ DE BİLECEKTİR.
4-KEFERE DİNİ İLE DİNİMİZ İSLAMI, MUKAYESELİ OLARAK BİLECEKTİR.
5-ATA BİNECEK, SPOR YAPACAK, GÜZEL GÖRÜNÜŞLÜ OLACAK VE GÜZEL GİYİNECEKTİR.
6-EVLENMİŞ OLACAK, KARISI BİR TANE VE GÜZEL BİR KADIN OLACAKTIR. (HARAMA BAKMAMASI İÇİN)
7-İLM-İ TEŞRİHİ (İNSAN YAPISI İLMİ) BİLECEKTİR.
8-GÜNDELİK OLARAK DA BU İMAMA, 15 BİN AKÇE VERİLECEKTİR.
Gelecek yazımız da buluşmak umuduyla, sevgiyle kalınız.
İNSANLARI İDARE ETMENİN TEKNİK ESASLARI
1-Tenkit Çok Tehlikeli Bir Kıvılcımdır.
Yıllarca birçok cinayet işlemiş, insanları sindirerek haraca bağlamış, bir sürü soygun yapmış insanlar bile suçlu olduklarına inanmadıklarına göre, sizinle her gün görüşen insanlar, tenkitlerinizin doğru olduğunu hemen kabul edecekler midir? Sert tenkitleriniz bir işe yarayacak mıdır?
Bütün tenkitler yuvalarından uçan güvercinler gibi yuvalarına dönmeye mahkumdurlar.
Tenkit, insanın en çok değer verdiği ‘benliğini’ yaralıyor. O’nun hiddetlenmesine sebep oluyor.
Alman Ordusu’nda hiçbir asker olayın hemen sonrasında şikayette bulunamaz.
Önce hiddeti yatışacak, olayı daha soğukkanlı değerlendirebileceği bir zaman geçecek, sonra şikayette bulunabilecektir.
Karısı veya başkaları iç harp sırasında Güney halkı için ağır sözler sarf ettiklerinde Lincoln şöyle diyordu:
"Onları tenkit etmeyiniz. Aynı şartlar içinde bulunsaydık, aynı şekilde hareket edebilirdik."
Dünyadaki karışıklıkların ve anarşinin birçok sebeplerinden biri de kendisi düzeltilmeye muhtaç olan insanların dünyayı düzeltmeye kalkmalarıdır.
Konfiçyus der ki: "Evinizin eşiğini temizlemeden, komşunuzun damındaki karlardan şikayet etmeyiniz."
Çok tehlikeli bir kıvılcımdır tenkit. Bu kıvılcım, bir barut fıçısından farksız olan insan gururunu anında infilak ettirebilir.
Büyük adam, küçük adamlara karşı takındığı tavırlardan anlaşılır.
2-İnsanları İdare Etmenin Büyük Sırrı
İnsanlara iş yaptırmanın en kestirme yolu insanlarda o işi yapma arzusu uyandırmaktır. İnsanlara tehditle, zulümle, kaba davranışlarla da iş yaptırmak mümkündür ama bu tarz davranışların katlanmanız gereken ağır neticeleri vardır.
Samimi bir takdiri, iltifatı hangimiz özlemeyiz? Hangimiz bulduğumuz zaman reddederiz?
Yoksul bir bakkal çırağını bir evin döküntüleri arasında bulduğu hukuk kitaplarını okumaya sevk ederek sonunda onu Lincoln yapan duygu önemli olma arzusuydu.
George Washington kendisine "Haşmetli Birleşik Devletler Başkanı" denilmesini isterdi.
Kristof Kolomb "Okyanus Amirali ve Hindistan Naibi" ünvanını istemişti. İmparatoriçe Büyük Katerina üzerinde "İmparatoriçe Hazretleri" yazmayan zarfları açmazdı.
Bazı ilim adamlarına göre, yaşadığımız dünyada önemli olma fırsatı bulamayanlar kendilerine ayrı bir dünya kuruyorlar. O dünyada çok önemli biri olarak yaşıyorlar.
Ben insanlara heyecan verebiliyorum. İnsanın yeteneklerini geliştirmesi ve kullanması takdir ve teşvik edilmesine bağlıdır. İdarecilerin tenkitleri kadar insanın çalışma ve başarma ihtirasını öldüren bir şey yoktur. Ben insana hız vermek için O’nu överim. İnsanlarda kusur bulmaktan nefret ederim. Beğendiğim bir şeyi takdir etmekte gecikmem. Bundan da zevk alırım. Ünü makamı ne olursa olsun tenkit yerine iltifat duyup da daha çok gayrete gelmeyen hiç kimseyi tanımadım. Burada kendisinden daha akıllı ve yetenekli insanları etrafında toplamayı bilen bir adam yatıyor.
İnsanların iyi taraflarını düşünelim. Bunları takdir edelim. Takdirimizi söyleyelim. O zaman bu sözleriniz siz öldükten ya da söylediğinizi unuttuktan sonra bile söylediğiniz insanlarda yaşarlar.
3-Oltaya Uygun Yem Takmayanlar, Balık Tutamazlar
Ben kremalı çilekten hoşlanırım. Balıklar ise kurt yemeyi seviyorlar. Onun için Maine üzerinde balığa çıktığımda oltaya kremalı çilek takmayı aklımdan bile geçirmem. Oltamdaki kurtlara koşan balıkları kolaylıkla avlayabilirim. İnsanları elde etmek için de aynı yolu takip etmek mecburiyetindeyiz.
İşte, vazgeçilmez kural: "Oltaya doğru yemi takmak…"
Bir insanı etkilemenin biricik çaresi, onun istekleriyle ilgilenmek, onun isteklerine değer vermek, onun isteklerinin önemini kabul etmektir.
Oğlunuza saatlerce sigara içmemesini istediğinizi anlatsanız ne elde edebilirsiniz? Sizin bu isteğiniz onu niçin etkilesin?
Siz onun isteğini ön plana çıkarın.
Oğlunuz futbolu çok mu seviyor? Ona sigara içtiği takdirde iyi bir futbolcu olamayacağını anlatın. Kendi isteğinin gerçekleşemeyeceği ihtimali onu daha çok etkileyecektir.
Prof. Harry A. Averstreet şöyle yazar:
"Davranışlarımızın kaynağı arzu ve isteklerimizdir. Hangi alanda çalışıyor olursanız olun, başkalarında kuvvetli bir istek meydana getirebilirseniz insanlar yanınızda olur. Bunu başaramayan yalnızlığa mahkumdur..."
Carnegie, ilk oğlundan uzun zaman mektup alamadığı için üzgün olan baldızına: "Endişelenme" demişti:
"Şimdi onlara bir mektup yazacağım ve derhal cevap gelecek"
Carnegie annelerini ihmal eden çocuklara bir mektup yazdı ve zarfın içinde para yolladığını söyledi. Derhal cevap geldi: "Mektubunuzu aldık. Ama zarfın içinden para çıkmadı..!"
Yarın siz de belki başkasına bir şey yaptırmak isteyeceksiniz. Kendinize sorun:
"Bu adamın (veya bu kadının) bu işi yapmak istemesini nasıl sağlayabilirim?"
Başarının bir sırrı varsa; karşınızdakinin bakış açısını kavramak ve onun gözüyle görebilmektir.
Kendisini başkalarının yerine koyup, onları anlayabilen kimsenin geleceği için kaygı duymasına gerek yoktur.
KİŞİLİK
Sınıf,
öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor.
Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
"Bakın" diyor.
"Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".
Bir (0) daha...
"Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".
Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:
Yetenek... disiplin... sevgi...
Eklenen her yeni (0)' ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".
Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...
EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ MUSTAFA AMCA
KENDİM OLUYORUM
Merhabalar değerli okuyucularım
Bu hafta yine birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
“Kendim oluyorum” konulu yazımı sizlerle paylaşmak istedim.
“Olmadığım bir şeyi deneyimlemeyi bırakıyorum; Olduğum şey oluyorum.Kendim oluyorum.”
(Peki kendini tanıyor musun acaba? Kendin olmak nasıl olur biliyor musun?)
Sadece kendim olmayı seçiyorum.
(Kendin kimsin?) Her şeyi ile ve bütün olarak.
O zaman ben, olmadığım şeyi deneyimlemiş olmaktan getirdiğim bilgiyle, olduğum
şeyin ne olduğunu çok iyi bilirim.
(Bu kelimeler okuyanı bile yorar dolambaçlı. Kıyıdan köşeden. İnsan iki kelime ile net ve açık emir yükleyebilir kendine.)
Mükemmel olmak yerine, kendim olmayı seçtiğimde, aslında gerçek mükemmelliğin
bu olduğunu bilirim. Kendim olmanın o muhteşem duygusunu.
İyi olmak yerine, kendi gerçeğini ifade etmenin ne kadar akıllıca olduğunu bilirim.
Çünkü insan ancak kendisi olabilir ve bu, yapabileceği en iyi şeydir.
Nasıl ki bir çam ağacı bir kestane olmadığı için kendisinin mükemmel ya da iyi olmadığını düşünmüyorsa, nasıl ki bir kedi bir kuş olmadığı için iyi olmadığını düşünmüyorsa; ben de kendimden başka bir şey olduğumu sandığım zamanlar da hissettiğim yetersizlik ve eksiklik duygusunun ne kadar komik olduğunu fark ediyorum.
Evet, o zaman öyle düşünmeyi seçmiştim, şimdi ise, böyle düşünüyorum. İkisini de ben seçtim.
Düşüncelerim bana aittir. Benim kişiliğimin orijinal ürünleridir onlar.
Onlara bakar, izler ve artık işime yaramayanları ve bana ait olmayanları ayıklar, değiştiririm.
Her iki durumda da onlar sadece benim düşüncelerim oldukları için onları severim.
İnançlarım bana aittirler.
Onları adım adım oluştururum.
Her an değiştirip-düzelterek ilerlerim.
Her bir deneyimim, ki bütün deneyimlerim birer öğrenme eylemidir, bana yeni şeyler öğretir. Ve böylece ben inançlarımı da geliştirir, öylece yoluma devam ederim.
Hatalarımı seviyorum, çünkü onların benim deneyimlerim olduğunu öğrendim.
Hiç hata yapmasaydım, hiç öğrenmiyor olacaktım.
Bedenimi seviyorum. Oradaki her bir kıvrımı, her bir uzvumu; Çünkü onlar bana aitler.
Benim biricikliğimi, tekliğimi ve özel oluşumu yansıtan şeylerdir onlar.
Yüzümün ifadesini seviyorum. Dünyada her şeyi ile benle aynı olan ikinci bir kişi yok.
Yeteneklerimi seviyorum. Onları ben bir çok hayatlar boyunca elde ettim. Oluşturdum ve geliştirdim.
Aklımı seviyorum. Kendime ait özel düşünme biçimim ve zekâ türümle farklı oluşumu seviyorum.
Ve başka insanların farklılığına, özgünlüğüne baktığımda o muhteşem uyumu görüyorum; Çeşitlilikteki birliği!
Aynaya baktığımda, göz bebeklerimde gördüğüm kişiyi seviyorum.
O benim. Yıllar boyunca birlikte yolculuk yaptığım kişi.
Ve hep onunla olacağım. (O kim.?)
Ben kendi orijinalliğimi ifade ettikçe ve başkaları da aynı şekilde yaptıklarında;
O zaman dünya daha renkli ve daha zengin bir dünya olur.
Herkes kendisi olmayı başardığında, biz bilinçli olarak dünyada cenneti yaratmış oluruz.
(Hadi bakalım kolay gelsin. kolaysa tabi.)
Kısa ve öz dermişim:
"Ben....... Kendim ve kendimdeki ile birliğe ulaşıyorum.
İkiliği yani zıtlığı bırakıyorum... Her şeyi olumlu görmeye değiştirebilecekleri değiştirmeye değişmeyenleri de olduğu gibi kabul etmeye ve duygusal yük almadan hayatın getirdiklerini atlatmaya hazırım.
Çünkü artık kendimle ve kendimdeki ile barışığım.
Aynı yoldan yürüyor aynı dilden konuşuyoruz.
Ve hani herkes ruh ikizini arıyor ya .
Ruh ikizim benmişim meğerse; "Bir ben vardır benden içeru" davası imiş.
Arayış bitt,i saf bir dinginlik ve susuş ve tatlı bir tebessümle seyrediş.
Sonuç; O benden, bende O'ndan razıyım yani birbirimizden razıyız.
Haftaya buluşmak umuduyla.
Sevgiyle kalınız, değerli okuyucularım.
KIRGIZİSTAN ANILARIM.
Değerli okuyucularım, merhabalar.
Kırgızistan seyahat anımı özet olarak da olsa sizler ile paylaşmak istiyorum. Begeneceginizi umarım.
18.03.2012 gunü Bugiad'ın organize ettigi Kırgızistan gezisine katıldım. 162 kisiden oluşan grubumuz Bursa-Yenişhir Havaalanından özel bir uçak ile Bişkek'e hareket etti.
ARAMIZDA 4 SAAT FARK VAR...
Bursa-Yenişehir'den 08.10 da hareket eden uçağımız Bişkek saati ile 17.10 da Kırgızistan'da oldu.
CENNET OTELE YERLEŞTİRİLDİK...
Uzun süren uçak yolculugundan sonra otobüsler ile Cennet Otele getirildik. Beş Yıldızlı olan bu otel umduğumuzdan daha iyi idi... Cennet Otelin yeni yapıldığı her yönüyle belli oluyordu. Her konforu haiz bu otel de iki gece kaldık...
İKİLİ İŞ GÖRÜŞMELERİ...
Kırgızistan Başbakan'nın konuşmasıyla toplantı açılmış oldu. Başbakan özetle şunları söyledi. "İki ülke arasındaki ilişkiler istediğimiz düzeyde değildir. Kim yatırımcıya zorluk çıkartırsa mutlaka cezalandırılacaktır. Ülkemiz de Liberal kanunlar gecerlidir.
Başlıca yatırım alanları;
ZİRAAT, Tavukculuk, Hayvancılık,
TURİZM,
SAĞLIK,
SU,
ENERJİ," dir.
140 civarındaki masalarda Türk işadamları ile Kırgız işadamları arasında iş görüşmeleri başladı.
Azda olsa, bağlantı yapan arkadaslarımız oldu. Çok iyiniyetlerine rağmen Kırgız
İşadamları çok sınırlı imkanlara sahipti.
BİR KIRGIZ AİLESİNE MİSAFİR OLDUK...
Bugiad'in organize ettigi ve benim de zaman zaman katıldığım her program da her şeyin yolunda gittiğini gördüm. Genel Sekreterimiz Ertürk ŞA bey arkadasımızın yönetiminde sevk edilen gezi organizasyonun da bir sürpriz ile karşılaştık; "Bir Kırgız ailesine konuk olacakmışız"
7 arkadaş, Kırgız ailelerini daha yakından tanımak, onların yasam biçimini bizzat gözlemlememiş amaçlamış. Gercekten de öyle oldu, aksam yemeği için, güleryüzü ve bol ikramlı bir ailenin bol ikramli yer sofrasına, kurulduk bile...
Misafirin karşılanmasından, yer sofrasına kadar bütün aşamalar beni çocukluğuma götürdü. Hemen hemen hepsi bundan 40-50 yıl oncesinde Niğde-Koyunlu da da uygulanmaktaydı.
Yemek oncesinde, ortasında ve sonunda mutlaka Seylan çayı içiliyordu. Yer sofrasında çoğunu bilmediğimiz yiyecekler vardı. Yer sofrasında bir santim boşluk yoktu, inanılmaz yoğunlukta mesin maddelerine muhatap olmuştuk. Adeta kıtlıktan cikmiscasina yiyeceklere saldırmıştık, tabir yerindeyse çatlayacak bicimde yiyip içmiştik...
NEVRUZ BAYRAMI, MEĞER ORTAASYA TÜRK BAYRAMIYMIŞ...
21 MART GUNÜ KIRGIZİSTAN DA OKULLAR VE PİKNİK ALANLARI BAŞTA OLMAK ÜZERE HER YERDE, BÜYÜK BİR COŞKUYLA NEVRUZ BAYRAMININ KUTLANDIĞINI GÖRDÜK...
Güzel Ulkmiz de NEVRUZ BAYRAMI'NI kutlayacağız diye, ortalığı birbirine katmanlar, kan dökenler, Ortaasya'ya gelip, Bayram nasıl kutlanırmış, görsünler!...
KIRGIZİSTAN'DA TÜRK OKULLARI...
162 kişiden olusan grubumuz Türk okullarını da ziyaret etti. Öğretmenler ve ogrenciler bizleri büyük bir coşkuyla karşıladılar. Başta Bursa Valimiz Sayın Şahabettin HARPUT ve Milletvekillerimiz olmak üzere, hepimiz yapılan tüm calışma ve hazırlıklara hayran kaldık... Valimizden başlayarak düşüncelerini ifade eden tüm dostlarımız hayranlıklarını dile getirdiler...
RAHMETLİ FARUK ÜSKÜDARİ HOCAMIZ BURSA TİCARET LİSESİN DE OKURKEN BİZE, FEVKALADE İLE HARUKULADE ARASINDAKİ FARKI SORMUŞTU...
Hiç birimiz bu sorunun cevabını vererememiştik...
Rahmetli hocamız; "Eğer öküz ağaca çıkarsa bu fevkaladedir, yok ağaç öküze çıkarsa ise bu da harukuladadir" demişti...
Türk Okullarında,
Fikir babalığı,
Okulları,
Öğretmenler,
Öğrenciler,
Bu hizmete maddi- manevi katkı sağlayan Anadolu esnafı,
O yörenin insanları,
Türkçe de dahil öğrencilerin emaz 3 lisan bilmeleri,
Türkçe Olimpiyatları,
KISACASI HER ŞEY HARUKULADE İDİ.
Sevgi ve saygılarımla.
YAKUP ALTINÖZ
Kırgızistan-Bişkek 22.03.2012
KİŞİSEL GELİŞİM
Kural 1:
Asla kendinden şüphe etme... Sen ne hissediyorsan o her zaman doğrudur.
Dünyadaki bütün insanlar toplansa ve sana söylese bile senin hissettiklerin senin için doğrudur.
Onlar farklı hissedebilir, farklı düşünebilir ama bu senin hissettiklerinin yanlış olduğunu göstermez, sadece onlardan farklı olduğunu gösterir.
Kural 2:
Asla farklı olduğun için utanma.
Eğer çevrende senin gibi düşünen, seni anlayan insanlar yoksa ,
o zaman çirkin ördek yavrusu hikayesini hatırla...
Muhtemelen sen yanlış yerde, yanlış insanlarla birlikte olduğun için seni anlamıyorlardı r.
O halde hedefin ait olduğun yeri bulmak olmalıdır.
Asla muhteşem bir kuğu olduğun gerçeğini unutma ve ördek olmak için uğraşma.
Kural 3:
Geçmişte yaptıkların için pişmanlık duyma ve özür dileme....
Yaşadıklarının senin için önemli bir ders olduğunu kendine hatırlat.
Bu tecrübe ile aldığın bilgiyi özenle incele, olayda yaptığın hataları ve
yeniden ayni durumda olsan nasıl davranacağını iyice düşün ve gelecek olaylar için kendini hazırla.
Kırılan vazo tamir edilemez ama gelecekte başka vazoların kırılması önlenebilir.
Kural 4:
Mümkün olduğunca kimsenin senin adına karar vermesine izin verme ama başkalarının hakli olabileceğini de unutma.
Bu hayat senin ve istediğin gibi yasamaya hakkin var, fakat başkalarını dinle ve onların bakış açısını anlamaya çalış.
Kural 5:
Ailen dışındaki insanlarla ilişkilerinde asla kendi ihtiyaçlarını ikinci plana atma ve kendini hayallerle kandırma.
Her zaman ama her zaman önce sen gelmelisin. Asla başka insanlar üzülmesin diye kendini üzmeyi tercih etme.
Sen kaldırabiliyorsan, onlarda kaldırabilir. Karşındaki insan senin mutluluğunu düşünmüyorsa ve senin üzülmene yol açıyorsa,
o zaman o insan sana değer vermiyor demektir. Bu kişileri değiştireceğini ya da sana zamanla önem vereceğini düşünme.
Sana karşılıksız sevgi veren ve senin için her şeyi göze alabilecek tek insanlar ailendir.
Kural 6:
Asla kaybetmekten korkarak, sırf inanmak istediğin için karşındaki insanin sevgi sözcüklerine inanma.
Sevgi insanin kalbindedir, gözlerindedir, davranışlarındadır, ses tonundadır, sana verdiği önemde ve değerdedir, senin için yaptığı fedakarlıklardadı r.
İnsanlar çok kısa zamanda sevgi sözcüklerini umarsızca dağıtmaya başlarlar.
Bunları dinle ama gerçek sevgiyi karşındakinin davranışlarına bakarak bul.
İnanmak istediğin için değil gerçek olduğu için karşındaki insanin sözlerine inan.
Kural 7:
Her zaman ama her zaman, mutlaka kalbini dinle. Hayatta senin için neyin doğru olduğunu bir tek içindeki ses söyleyebilir.
Dolayısıyla içindeki sesle konuşmayı öğren. Her gün kendinle kalmak için zaman ayır ve kalbini dinle.
Başka şekilde hissetmek için ikna etmeye değil, gerçekten ne hissettiğini bulabilmek için dinlemeye çalış. Bazen içindeki ses sana çok zor geleni yapmanı söyleyebilir ya da duymak istemediklerini söyleyebilir Korkma... ve içindeki sesi dinlemeye devam et...
Kural 8:
Her zaman ama her zaman, mutlaka kendine iyi davran. Kendini sev, şefkatle yaklaş.
Yanlış yaptığında acımasızca kendini eleştirip üzme.
Aksine başını okşa, kendini kucakla ve her şeyin geçeceğini söyle.
Üzgün olduğunda, kırıldığında, acı çektiğinde, mutsuz hissettiğinde kendine özen göster, tıpkı hasta bakar gibi kendine bakim uygula.
Yapmaktan hoşlandığın aktivitelerle meşgul ol ve bu durumdan çıkarak kimsenin seni incitmesine, üzmesine izin vermeyeceğini göster.
Kural 9:
Hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu asla unutma ve bedel ödemekten istemediğin için kendini boşlukta bırakma. Örneğin bir insani incitmişsen, ödeyeceğin bedel o insanin güvenini yitirmektir. Eğer seni sevmeyen biriyle birlikteysen, yalnız kalmaktan korkup ilişkide kalma, çünkü kalmanın bedeli sevgisiz bir hapiste yaşamaktır. Eğer farklı olmaktan korkuyorsan ve başka insanları taklit edip onlar gibi olmaya çalışıyorsan, ödeyeceğin bedel kendine olan saygını yitirmek olacaktır.
Diğer taraftan bazen kendin gibi olmanın bedelinin de yalnız kalmak olduğunu unutma.
O halde yasamda her zaman bir bedel ödeyeceğini hatırla. Bir adim atmadan önce mutlaka ödeyeceğin bedeli bil ve kazanacakları na değip değmediğine bakarak kararlarını ver.
Kural 10:
İnsanlara karşı nazik ve sevecen ol, ne olursa olsun asla bir başka insani kırmak için konuşma, bilinçli olarak üzmeye çalışma ve kendi acını hafifletmek için bir başkasını yaralama.
Kural 11:
Hayatta en büyük dostun sen olabileceğin gibi hayattaki en büyük düşmanın gene sen olabilirsin. Seçimini yap ve kendin için dostu mu yoksa düşman mı olacağına karar ver.
Yasamdaki tüm acıları atlatabilirsin, her şeye rağmen mutlu olmayı başarabilirsin, istersen kötü alışkanlıklarını bırakabilir ve her zaman yeniden başlayabilirsin. İstersen kendine yeni bir hayat kurabilirsin. Eğer kendinin dostu olabilirsen.
Kural 12:
Asla tecrübe kazanmaktan kaçma ne kadar zor olursa olsun, yeniden ayağa kalk ve yola devam et. Hayati öğrenmek için o tecrübelere ihtiyacın var. Kalbin ask acısı ile yaralanmış ise, sonsuza kadar kendini aşka kapatma.
Ruhun insanların acımasızlığı ile incinmiş ise, hayata küsüp kendini karanlık bir dünyada yasamaya zorlama. Bedenin çok büyük acılar çekmişse, kendini uyuşturup bırakma. Unutma bilge insan hayatı yaşayandır. Cesur insan korkusuzca devam edebilendir. Kahraman insan tüm acılarına rağmen yenilmeyendir.
MEVLANADAN İNCİLER.
Okumaktan zarar gelmez, oku, ama Lanet okuma!
Emek ver, kulak ver, ama hiç bir zaman Boş verme!
Rakibini geç, sınıfını geç, ama hiç bir zaman Gülüp geçme!
Günlerini say, servetini say, büyüklerini say ama, hiç bir zaman Yerinde sayma!
Yaklaş, konuş, tanış, ama Uzaklaşma!
Hedefe koş, serhada koş, yardıma koş, ama Ortak koşma!
Paranı ver, gönlünü ver, canını ver, ama Sırrını verme!
Elini aç, gözünü aç, kalbini aç, ama Ağzını açma!
Zulmü devir, nefsi devir, ama Can devirme!
Ev al, araba al, akıl al, ama Beddua alma!
Eşini sev, işini beğen, aşını beğen, ama Kendini beğenme!
Davet et, hayret et, affet, tövbe et, ama İhanet etme!
Satıcı ol, alıcı ol, kalıcı ol, bulucu ol, ama Bölücü olma!
Ne yap, ne yapma, itil, atıl, ama Satılma!
Seslen, uslan, ama Yaslanma!
Doğrul, devril, ama Eğilme!
MEVLANA
MİRAÇ KANDİLİ (Özet Bilgi)
Miraç Kandili
(Arapça: لیلة المعراج, Farsça: شب معراج), İslam dininde kutsal sayılan gecelerden biridir. Recep ayının 27. gecesidir. Müslümanlar bu gecede peygamberleri Muhammed'in, Mekke´deki Mescid-i Haram´dan, Kudüs´teki Mescid-i Aksa´ya götürüldüğüne, oradan da gökleri aşarak, Cebrail'in bile giremediği Sidretül Münteha'yı geçerek Allah´ın katına ulaştığına inanırlar.[1] Bu olaya miraç ya da göğe çıkış denir.
Miraç gecesindeki yolculuğun ruhsal bir deneyim olduğu tezine karşı Schimmel gibi bazı araştırmacılar ayette kulunun ruhuyla değil, ‘kuluyla birlikte’ seyahat ettiği belirtilmesini sunmuştur. Bazı İslam âlimleri de Burak adlı bineğin kullanılmasını Miraç'ın tamamen ruhsal bir deneyim olamayacağına kanıt olarak göstermişlerdir.[1]
Miraç’ta kendisine sunulan şarap, bal ve süt dolu üç bardaktan süt bardağını tercih ederek sütü içmiştir. Bu sebeple Anadolu'da çoğu yerde bu gecede süt içme ve dağıtma geleneği olduğu ifade edilmektedir. Bazı yerlerde tatlı da yapılır ve dağıtırlır. Konya'da bu geceye “süt gecesi” de denilmektedir.[2]
Beş vakit namaz, bu gecede farz kılınmış, Bakara suresinin iman esaslarını ve dua cümleleri içeren son 2 ayeti tebliğ edilmiş ve şirk koşmayan herkesin cennete gireceği müjdesi verilmiştir.[2] Bu günde genelde Müslümanlar dua eder, tesbih çeker ve Yasin Suresi'ni okurlar, veya camilerdeki programlarda yer alırlar.
Bu olayın bahsi İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'da İsra ve Necm Surelerinde geçer. "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir." (İsra :1)
Mirac Gece Hakkında Bilgisi : Bu gece, peygamberimizin bütün insanlığı temsilen
Cenab-ı Hakkın yüksek huzurana kabulü anlamına gelen Miraç Gecesidir.
Hicri Recep AYının 27 gecesinin tanık olduğu bu 'Büyük Buluşma' bizlere
insanın ilahi rızaya ve desteğe ulaştığı akıl ve idraki zorlayan nice üst dereceelre
ulaşabileşeceğini gösterdiği gibi, mana aleminde
yükselip ilahi rahmet ve huzura erişmenin öncelikle gönül ve ruh temizliğinden, ahlaki
erdemlere yükselişten her şeyin sahibi olan Yüce Allah'a bağlılık ve boyun eğmeden geçtiğini
hatırlatmaktadır. Bu gecede farz kılınan ve bizzat Peygamberimizin tarafından mü'minlein miracı olarak nitelendiren
namaz da, iç dünyamızdaki yükselişi ve arınmayı ifade eder.
Miraç Kandili Nedir : Arapça'da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi olayı. Mirac olayı hicretten bir yıl ya da onyedi ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşir. Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını alır. İkinci aşamayı ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur. Mirac olarak anılan bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadis ayrıntılı biçimde anlatılır.
Miraç Kandili , Hadislerde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasının kızı Ümmühani binti Ebi Talib'in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü'l-Makdis'e getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılandı. Hz. Peygamber (s.a.s) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırdı.
Hz. Peygamber (s.a.s), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir Mirac'la ve yanında Cebrail olduğu halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Musa ve yedinci katında Hz. İbrahim ile görüştü. Cebrail ile birlikte yükseliş Sidretü'l-Münteha'ya kadar sürdü. Cebrail, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım" diyerek Sidretü'l Münteha'da kaldı. Hz. Peygamber (s.a.s) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda Allah'ın huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah'a şirk koşmayanların Cennet'e gireceği müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve beş vakit namaz farı kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü.
Mirac Gecesinin ertesi günü , Hz. Peygamber (s.a.s) ertesi günü Mirac olayını anlattı. Olayı duyan müşrikler yoğun bir kampanya başlatarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i suçlamaya, alaya almaya başladılar. Bu kampanya bazı müslümanları da etkileyerek şüpheye düşürdü. Olayın gerçek olup olmadığını araştırmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana ilişkin sorular sorarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i sınadılar. Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği bilgilerin doğruluğu müslümanları şüpheden kurtardıysa da müşriklerin inatlarını kırmaya yetmedi. Mirac olayı inatlarını ve düşmanlıklarını artırarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karşısındaki tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekr, Hz. Peygamber (s.a.s)'ce "Sıddîk" lakabıyla onurlandırıldı. Hz. Ebu Bekir olayı kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyeceğini soran müşriklere "O söylüyorsa şüphesiz doğrudur" cevabını vermişti.
Ahad hadislere dayansa da Mirac olayının gerçekliğinde tüm müslümanlar birleşmişlerdir. Ancak olayın gerçekleşme biçimi İslam bilginleri arasında görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Buna göre İbn Abbas'ın da içinde bulunduğu bazı bilginlere göre Mirac olayı uykuda gerçekleşmiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğuna göre ise uyku durumunda ve rüyada değil, uyanık iken gerçekleşmiştir. Fakat bu görüşü savunanlar da Mirac'ın yalnız ruhla mı, yoksa hem ruh, hem de bedenle mi olduğu konusunda ikiye ayrılmışlardır. Sonraki Kelamcıların büyük çoğunluğuna göre mirac olayı uyanıkken hem ruh, hem de bedenle gerçekleşmiştir.
Mirac olayının gerçekleştiği gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibadetle ihyası gelenekleşmiştir. Osmanlılar döneminde, camiler kandillerle donatıldığı için Mirac kandili olarak anılan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde Mirac olayını anlatan ve Miraciye adı verilen şiirlerin okunması, dinleyenlere süt ikram edilmesi de bir gelenekti.
İsra suresi 1.ayet mealiyle bitirmek istiyorum. “Ayetlerimizden bir kısmını göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah’ın şanı ne yücedir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.”(3)İsra 17/1
Mevlid Kandili |Miraç Kandili |Berat Kandili |Kadir Gecesi
*****Mübarek Kandil Gecelerini Nasıl Değerlendirmeliyiz******
Kur'an-ı Kerim okuyarak,
Peygamberimiz ( a.s.m)'ın mübarek duası olan Cevşen-ül Kebiri okuyarak,
Aile bireyleriyle birlikte günün mana ve ehemmiyeti hakkında sohbet ederek,
Allah rızası için namaz kılarak,
Hayatımızın geçmiş günleri ve yılları hakkında muhasebe yaparak,
Günahlarımızın bağışlanması için Allah'tan af dileyerek,
Sevgili Peygamberimize bol bol salât ve selâm okuyarak,
Dünya ve ahirete ait dileklerimiz için dua ederek,
Hastaları, yaşlıları ziyaret ederek; yoksulları, öksüz ve yetimleri sevindirerek,
Eş, dost ve yakınlarımızla tebrikleşerek,
Dargın ve küskünleri barıştırarak, değerlendirebiliriz.
Kaynaklar:
1 Mübarek Aylar Günler ve Geceler
2 Üç Aylar İbadet Rehberi
Rabbim Bu Geceye Kavuşmayı Bizlere Nasip Etsin İnşallah.
MUTLULUK
Çok değerli okuyucularım
Merhabalar
Çok beğendiğim bir yazıyı sizler ile paylaşmak istedim, umarım beğenirsiniz.
Mutluluk yüzümüzde,
Lezzet ise dilimizdedir.
Huzuru uzaklarda,
Mutluluğu malda servette,
Lezzeti ise çok nimette aramak,
Bulmaktan çok elde olanı da kaybetmeye sebeptir.
Oysa onlar uzağımızda değil.
Huzur içimizde,
Mutluluk yüzümüzde,
Lezzet ise dilimizdedir.
Bunlardan istifade etmekte ise;
Rabbe şükür
Haline rıza
Dostuna saygı
Sevdiğine sadakat ile elimizdedir.
Allah, verdiği nimetlerin kıymetini bilip, şükrünü eda ederek,
Nimetlerin lezzet ve kıymetini ziyadeleştirme basireti versin.
Nankörlük, nimetin lezzetini yok ettiği gibi,
Kıymetini de tahrip eder.
Nimetten gerekli istifadeyi engellediği gibi,
Ahiret adına da şiddetli bir mes-uliyet altına sokar.
Mutluluk!
Dostlarına saygı,
Sevdiğine ise, sevgisine ihanet etmeden sadakat göstermek ve gösterildiğine inanmak ile yaşanan bir duygunun adı olsa gerek.
Azdıran mal,
Nankörleştiren nimet,
Kibre sevk eden makam ve şöhret,
Nimet olmak biyana,
Olsa, olsa devası bulunmayan,
İnsanı, insani değerlerden uzaklaştıran ve yalnızlaştıran bir musibetten başka bir şey değildir.
Sevgiyle kalınız.
MUTLULUK...
Evlendikten sonra, bir çocuğumuz, sonra bir tane daha olduktan sonra hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi. Sonra, çocuklar yeterince büyük olmadıkları için kızar, onlar büyüyünce daha MUTLU olacağımıza inanırız. Bundan sonra, ergenlik çağında çocuklarla uğraşmamız gerektiği için
öfkeleniriz. Kendimize çocuklar bu dönemden çıkınca daha MUTLU olacağımızı söyleriz. Kendi kendimize yaşamımızın yeni bir araba alınca, güzel bir tatile çıkabilince, emekli olunca dört dörtlük olacağını söyleriz. Gerçek ise, MUTLU olmak için su andan daha iyi bir zaman olmadığıdır. Eğer şimdi değilse ne zaman?
Hayatınız her zaman mücadelelerle dolu olacaktır. En iyisi bunu kabul edip, her ne olursa olsun MUTLU olmaya karar vermektir. Alfred D.Souza der ki Uzun bir zamandan beri hayatın -Gerçek Hayatın- başlamak üzere olduğu izlenimine kapılmıştım. Fakat, her zaman yolumun üzerinde bir engel, öncelikle
erişilmesi gereken bir şey, bitmemiş bir iş, hala hizmet edilecek zaman, ödenecek bir borç oldu. Sonra hayat başlayacaktı. Sonunda anladım ki, bu engeller benim hayatimdi. Bu görüş açısı, MUTLULUĞA giden bir yol olmadığını görmemi sağladı.
MUTLULUK yoldur, öyleyse, sahip olduğunuz her anın kıymetini bilin ve ona özel biriyle paylaştığınız (vaktinizi beraber harcayacak kadar özel) için daha fazla değer verin ve unutmayın, zaman hiç kimse için
beklemez. Öyleyse, okulu bitirene kadar, tekrar okula gidene kadar, para kaybettiğiniz veya kazanana kadar, çocuklarınız olana kadar, çocuklarınız evden ayrılana kadar, iş başlayana kadar, emekli olana kadar, evlenene kadar, boşanana kadar, cuma gecesine kadar, pazar sabahına kadar, yeni bir araba veya ev alana kadar, arabanızın ya da evinizin borcu ödenene kadar, ilkbahara kadar, yaza kadar, sonbahara ve kısa kadar, birine veya onbeşine kadar, şarkınız söylenene kadar, içki içinceye kadar, ayılana kadar, ölene kadar, MUTLU olmak için içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin.
MUTLULUK miras değil, bir yolculuktur.
Paraya ihtiyacınız yokmuş gibi çalışın
Daha önce hiç incinmemiş gibi sevin
Ve seyreden hiç kimse yokmuş gibi dans edin...
NE GÜZEL DEMİŞLER
Değerli okuyucularım, merhabalar.
İki güzel görüşü sizler ile paylaşmak istedim, umarım siz de beğeneceksiniz.
Ne güzel demiş
Mevlana;
Dost dediğin;
radikal olmalı;
sevilecek biri olmadığın zamanlarda bile seni sevmeli...
Sarınılacak biri olmadığın zamanlarda bile sana sarılmalı...
Dayanılmaz olduğun zamanlarda bile sana dayanmalı...
Dost dediğin;
fanatik olmalı;
Bütün dünya seni üzdüğünde sana moral vermeli,
Ve ağladığında, seninle ağlamalı...
Ama hepsinden daha çok;
Dost matematiksel olmalı;
Sevinci çarpmalı...
Üzüntüyü bölmeli...
Geçmişi çıkarmalı...
Yarını toplamalı...
Kalbinin derinliklerinde ihtiyacı hesaplamalı...
Ve her zaman Bütün parçalardan daha büyük olmalı...
İşi bitince seni bir tarafa atmamalı..."
Peygamber Efendimiz(sav)
Bir gün sahabelerle birlikte otururken bir zat gelmiş
ve
Peygamber Efendimize
“Ya Muhammed sen ne kadar çirkinsin böyle” diye,
bir soru yöneltmiş,
tabi bunu duyan Peygamber Efendimiz
her zamanki şevkatı ile onu hoşgörüyle karşılaşmış,
bir süre sonra yine sahabelerle oturan
Peygamber Efendimizin yanına başka bir zat gelerek,
“Ya Resulullah sen ne kadar güzelsin” demiş,
bunun karşısında Peygamber Efendimiz
yine o güzellikle hoşgörüsünü belli etmiş
bunu gören sahabeler,
“Ya Muhammed sen daha önceki zata da
ayni hoşgörüyü gösterdin şimdide ayni hoşgörüyü
gösteriyorsun bunun sırrı nedir?”
demişler.
ve
Peygamber Efendimiz onlara şu güzel ifadeyi söylemiş:
“O bende kendini gördü,
Diğeri de yine bende kendini gördü...”
Haftaya buluşmak umuduyla.
NEDEN MUTLU DEĞİLİZ?
Bağırıp çağırmayı, stres yapmayı, kaba davranmayı, önyargılı olmayı, hüzünlenmeyi eleştirmeyi, hep kötü şeyler beklemeyi alışkanlık haline getirmişiz, iyimserlikleri raflara dolaplara saklamışız.
Asık suratla yaşamayı tercih ediyoruz, basit bir gülümsemeyi kendimize ve çevremizdekilere çok görüyoruz.
Geçmişle ilgili aklımıza hep yaşanan köyü şeyleri getiriyoruz.
Yaşanan güzellikler nedense aklımıza getirmiyoruz...
Olumsuzluk üretilen meclisleri terk edip kalmak yerine orada oturup onları dinlemeyi tercih ediyoruz.
Hep oturuyoruz.
Hep daracık evlere ve ofislere sıkışmış kalmışız.
Aklımıza doğaya çıkmak, bir akşam yürüyüşü yapmak nedense gelmiyor.
Birilerinin evine gittiğimizde kendi evimizle onun evini karşılaştırıyoruz.
Ya ne güzel bak gezmeye gelmişsin stresini atsana. Hayır... Kendi evimizdeki eksiklikler kafamıza takılıyor.
Evimizdeki fazlalıkları nedense kafaya takmıyoruz.
Kendimizi çoğu zaman salıveriyoruz kendimize bakmıyoruz.
Daha sonra aynanın karşısına geçip ne kadar çirkin birisiyim diyoruz.
Birkaç kişi bir araya geldiğimizde her şeyin çok güzel olduğunu söyleyen birine rastlamıyoruz.
Herkes hayat denizinde nasıl boğulduğunu anlatıyor.
Ruhları dindiren bir konuşma yapmıyoruz.
Paramız yok, geçimimizi zor sağlıyoruz, hepimiz hastayız, kayınvalidem bana neler çektiriyor, ülke satılıyor, hayat beni bu aralar boğuyor, eşimle sürekli kavga halindeyiz. vs.
Ev sahibi değilken hep evimiz yok diye sızlanıyorduk.
Başımızı sokabileceğimiz bir ev aldık.
Daha güzel bir ev alsak ne olurdu diyoruz. Allah onu da nasip ediyor bize, Şimdide keşke birde yazlığımız olsa diyoruz.
İkinci bir el arabamız olsun ayağımızı yerden kessin yeter diyoruz.
Çok şükür dileğimiz yerine geldi, ama rahat durmuyoruz bir de sıfır araba alabilsek diye yakınıyoruz.
Karşınızda bir hata yapan var ise onu affetmek yerine cezalandırmayı tercih ediyoruz.
Komşumuza rahatlayalım diye gezmeye gidiyoruz.
Yeni aldıkları plazma televizyonu görünce birden huzurumuz kaçıyor.
Gezme boyunca onu kafaya takıyoruz bizim ki niye yok diye.
Rahatlayalım diye gittiğimiz gezmeden iyice rahatsız olup evimize dönüyoruz.
Apartmanın kapısından girerken alt komşunun kapısı açık ne oluyor diye soruyoruz.
o da pencereleri PVC yaptırıyoruz,birde balkona katlanabilir cam taktırıyoruz diyor..moralimiz iyice bozuluyor..akşam bizimkisi gelsin bunları bir bir anlatacağım biz neden yaptırmıyoruz...
Basit bir hastalığa yakalanıyoruz hayata lanet okuyoruz..başkaları niye hastalanmıyor diye sızlanıyoruz.
Bizlerden daha kötü iyileşme umudu olmayan hasta ve hastalıklar var onları düşünüp nedense halimize şükretmiyoruz.
hastanelerin onkoloji bölümünde yatan sürekli kemoterapi ve radyoterapi gören kanser hastalarını düşünmüyoruz.
Birisinin bir hareketini hemen üstümüze almaya hazırız,onunla kavga etmeye ona küsmeye onu kırmaya programlamışız beynimizi.
en ufak bir tartışmaları kafaya takıyoruz ve günlerce onu düşünüyoruz.
olaylardan çabuk kurtulmayı beceremiyoruz veya becermek istemiyoruz.
Çarşıda bir giysi almaya çıkıyoruz ilk önce şehrin tüm mağazalarını dolaşıyoruz maalesef beğenemiyoruz.
ikinci kez tekrar çıkıyoruz..maalesef tekrar hangisini alacağımıza karara veremiyoruz.
ve her gün çıkıyoruz.hayatımız hep kararsızlıklarla geçiyor
Hayatı hatasız yaşamak istiyoruz.
Hayatı hep sağlıklı geçirilecek bir olgu olarak düşünüyoruz.
Mükemmeliyetçi olarak yaşamanın daha iyi olduğunu zannediyoruz.
Yine bu adam pijamasını kaldırmamış, yine çoraplar ortada, bu perdenin ucu niye eğri duruyor, bir hafta sonra günüm var şimdiden temizliğe başlayayım, baharda yaklaşıyor en az on gün evi temizlemem lazım, sehpanın örtüsü azıcık kıvrılmış onu düzeltmem lazım, ya mutfakta iki kirli bardak kalmış kalkıp onları yıkayayım, yarın ne yemek yapa cam, diş macununun kapağını kim kapatmıyor, kâğıt havlu böylemi koparılır.
ve kafaya taktığımız daha nice şeyler.
Komşularımızla birlikte bir araya geldiğimizde hep ağlatan programlar seyredip ,batsın bu dünyayla başlayan şarkılar dinliyoruz,daha neşeli,insanı motive eden, eğlendiren,güldüren programları seyretmiyoruz.
nedense hüzünden melankoliden hoşlanıyoruz..
Çocuklarımıza iyi bir eğitim veremediğimizi onlarla yeterince
İlgilenmediğimizi, onlara her istediğini almadığımızı düşünüp hayıflanıyoruz.
Çocuk yuvalarında annesiz ve babasız, bakıcıların elinde büyüyen bebek ve çocukların hallerini düşünmüyoruz.
Aslında mutlu olmamız için o kadar çok şey var ki yeter ki beynimizi lüzumsuz kaygı ve streslerden uzak tutalım ve bizde var olan güzellikleri görebilelim..
NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR
Değerli okuyucularım, merhabalar.
Biz emsal olanların, yaşamış olduğu bayram günlerinden kesitleri sizler ile paylaşmak istedim.
''Nerede o eski bayramlar'' sorusu, bayramların büründüğü farklı anlamları ortaya koyuyor.
Her bayram yaklaşırken artık sadece yaşlıların değil, orta yaş, hatta 30'lu yaşlardakilerin de dile getirdiği geçmişe özlemi, biraz da serzenişi anlatan ''Nerede o eski bayramlar'' sorusu, zaman içinde bayramların büründüğü farklı anlamları ortaya koyuyor.
Bayramın isminde ve duygularında değişim olmasa da özellikle büyük kentlerde ''eski'' ve ''yeni'' bayramlar arasındaki belirgin farklar, her kişiye göre farklılık, çeşitlilik göstermekle birlikte, genel hatlarıyla şöyle sıralanıyor:
Eski bayramlarda, hazırlıklar, tatlı bir telaşla günler öncesinden başlardı. Evlerde bayram temizlikleri yapılır, halılardan perdelere her şey yıkanır, bayramda mis gibi koksun diye bütün ev havalandırılırdı.
İkram edilecek ''bayramın tadı'' tatlılar, pastahaneden hazır alınmaz, sini sini baklavalar ve börekler ile yaprak sarmaları, kayısı ve erik hoşafları evde hazırlanırdı. Bayramda geniş aile sofraları kurulurdu.
Kaybedilen yakınlar bayramlarda unutulmaz, arife günü mezarları ziyaret edilerek dualar okunur, mezarların etrafı temizlenip çiçekleri sulanırdı.
Küskünlüklere son verilir, dargınlar barıştırılırdı.
El öpenler daha çoktu, yaşlıların kapısı daha fazla çalınırdı ve henüz apartman dairelerine taşınılmadığı için pencerelerden çocuk sesleri duyulurdu. Bütün mahalleli birbiriyle bayramlaşırdı.
Ziyaret edilemeyen yakınların bayramı telefonla ya da elektronik postayla değil, içine birkaç fotoğraf konulmuş kartpostallar gönderilerek kutlanırdı.
Bayram sabahı top atışı yapılarak, bayramın geldiği müjdelenirdi.
-EN ÇOK DA ÇOCUKLAR BAYRAM EDERDİ-
Çocuklar için büyüklerin, akrabaların kucaklarında yaşanan sevgiydi eski bayramlar.
Şimdiki gibi her gün ''duş alma'' fırsatı olmadığı için özellikle arife gününden banyo yapılır, bayramlıklar ütülenir, muhakkak yatağın başucuna konur, hatta birkaç kez yerlerinde duruyor mu diye kontrol edilir, yeni elbiselere mutlulukla bakılırdı.
Bayram sabahı erkenden sevinçle, coşkuyla kalkılır, yeni elbiseler, potinler giyilirdi. Eskiden çocuklar yeni bir giysi ya da oyuncak istediğinde ''Bayrama az kaldı'' denirdi, şimdiki gibi çocuklar ne isterse hemen alınmazdı. Belki de bu yüzden bayramlıklar daha bir kıymetlenirdi.
Erkek çocuklar babalarıyla, dedeleriyle bayram namazına giderdi. Sabah erkenden kalkılan ama uykuyu alamamış bile olsa hiç ''mızmızlanmadan'' gidilen bayram namazları sonrası tüm aile büyükten küçüğe sırayla bayramlaşır, hediyeler, harçlıklar verilir, ardından özenle hazırlanmış kahvaltı sofrasına oturulurdu.
Kahvaltıdan sonra hemen sokağa çıkılırdı. Kapı kapı bütün komşular, akrabalar, nineler, dedeler ziyaret edilir, elleri öpülür, gönülleri hoş edilirdi. Büyükler de çocuklara harçlık, şeker, mendil verirdi. Hatta bol harçlık veren komşu, diğer çocuklara haber verilir, o komşunun bayram boyunca kapısından çocuklar eksik olmazdı.
Çocukların ceplerinin dolduğunu bilen seyyar satıcılar bile sırım gibi giyinir, sokakta horoz şekeri, macun, pamuk helva satardı. Mahalle bakkalından Arap kızı sakızı, biraz sonraki dönemlerde ''Tipitip'' sakızlar alınır, laklaklar, çatapatlar, mantar, maytap, torpiller çocukların sevinç seslerine karışırdı.
Bilgisayar başında yalnız oynanan oyunlar yerine sokakta akranlarla çelik çomak, misket, kuyu kazmaca, kovalamaca, dokuz kiremit, saklambaç, evcilik oynanırdı.
Şehrin belirli meydanlarına bayram çadırları kurulur, gösteriler düzenlenir, Karagöz-Hacivat oynatılırdı.
Özetle, herkesin ''Nerede o eski bayramlar'' derken hatırladığı anılar farklılık gösterse de eski bayramlara dair ortak hisler, yaşam alışkanlıkları, gelişen teknolojiyle birlikte değişen insanların, elektronik ortamda ''yüz yüze sıcaklıktan'' uzaklaşıldığı yönünde. Ve görünen o ki, biraz eskiye özlemi, biraz da toplumları ''hoş'' kılan bazı geleneklerin etkisini yitirmesine duyulan serzenişi içeren ''Nerede o eski bayramlar'' sözü lügatlardan hiç çıkmayacak.
-ŞİMDİ BAYRAMLAŞMALAR BİRAZ DAHA 'TEKNOLOJİK''-
Günümüzde, özellikle de yoğun iş temposu nedeniyle bayramlar tatil ya da dinlenme fırsatı olarak değerlendiriliyor. ''Çekirdek aile''nin hısım akraba ziyaretleri yapmak yerine tatile çıkması ve bu yüzden de el öpenlerin azalması sonucu büyüklerin bayramları daha bir ''buruk'' geçiyor.
''Apartman hayatı''yla birlikte komşusunun kapısını belki de hiç çalmayan ''şehirliler'', bayramlarda komşu ziyaretlerini de neredeyse unutur oldu.
Ziyaret edilemeyen yakınlara içinde fotoğrafların olduğu kartpostal göndermenin yerini, telefonla ya da elektronik postayla yapılan bayramlaşmalar aldı.
Özellikle büyük kentlerde yaşayan çocuklar, mahallede kapı kapı dolaşıp bayramlaşmak, topladıkları harçlıklarla aldıkları oyuncaklarla hep birlikte oynamak yerine, bayramı bilgisayar başında ve televizyon karşısında geçiriyor.
Yeni alınan gıcır gıcır bayramlıklar, çocuklarda eski heyecanı yaratmıyor, çünkü günümüzde çocukların her istediği anne babalar tarafından hemen alınıyor.
Bayramın ziyaret yerine tatil ve dinlenme konseptine bürünmesiyle, evlerde hazırlanan bayram tatlıları da yerini ''ev tipi hazır tatlılara'' bıraktı.
Haftaya buluşmak umuduyla.
NEREDEN GELDİĞİNİ UNUTMAYACAKSIN
Merhabalar Değerli Okuyucularım
Çok hoşuma giden ve beğeneceğinizi umduğum bir yazıyı sizler ile paylaşmak istiyorum.
Nereden Geldiğini Unutmayacaksın ~~ Hidayet Türkoğlu'nun Çok Özel Anısı...
Ünlü basketbolcu Hidayet Türkoğlu eşiyle birlikte Eminönü’n de geziyordu.
Önce akvaryumcuları dolaştılar, Kapalıçarşı, Nuriosmaniye, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı derken, Yeni Cami'nin önüne kadar geldiler.
Orada bağıra bağıra simit satan bir çocuk vardı.
Basketbolcu birden durakladı. Sonra simitciye yaklaştı:
- Simidin kaça koç ?
- 300 bin abi, çıtır çıtır....
- Tezgahta kaç simit var ?
- 70-80 tane var herhalde...
- Hepsini alsam ne tutar ?
- Seksen desek 24 milyon.
- Al sana 30 milyon... Farz et ki hepsini aldım...
-Sağol abi... sağol...
Basketbolcu üç onluk çıkartıp simitçinin önüne bıraktı… Esi şaşkındı. Üç beş adım yürümüşlerdi ki eşine yaklaşıp fısıldadı:
- Hidayet sen deli misin ?
- Yooo
- Peki yemedigimiz simitlerin parasini niye verdin?
- Bosver sorma
- Diyelim ki soruyorum. Hem de ısrarla soruyorum
- Öyleyse soyleyeyim
- Lütfedersiniz beyefendi
- Tablanın kenarı dikkatini çekti mi ?
- Hayır
- Baksan görecektin. Tahtaya bir isim kazınmıştı
- Nasıl bir isim ?
- Hidayet !
- Yoksa ?
- Evet o tezgah eskiden benimdi...
Bu hikayeyi Hidayet Türkoğlu TV8 de katıldığı bir programda kendisi anlatmıştır.
Sevgiyle kalınız.
POZİTİF ENERJİNİN ÖNEMİ:
İyi düşünüp iyi şeylerle karşılaşmak. Olumsuzluğu kaldırıp atmak. Negatif düşünceye sahip, endişeli insanları hayatımızdan çıkarmak. Hayata pozitif bakmak, olaylara olumlu yaklaşmak,zor şartlar altındayken dahi gülümsemek. Bunların ne kadar önemli olduğunun artık hepimiz farkındayız. Ama sadece bilmek yetmiyor; uygulamaya gelince nedense başaranlarımızın sayısı o kadar azalıyor ki. Oysaki ben bu öğretiyi yani olumlu düşünmeyi, kendimizi sevmeyi ve enerjimizi hep pozitife yönlendirmeyi yaşam içinde bir ders olarak çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Hem de hayat boyu. Sık sık tekrar yaparsak; daha çok aklımıza getirip, daha fazla yaşantımıza sokarsak gün gelip o az sayıdaki insanlar sınıfına katılacağımızdan hiç kuşkumuz olmasın.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; biz enerjimizi ne kadar pozitif tutarsak, düşüncelerimizde o ölçüde hep kendi adımıza iyilikleri çağıracak.
İyi düşünüp iyi şeylerle karşılaşmak. Olumsuzluğu kaldırıp atmak. Negatif düşünceye sahip, endişeli insanları hayatımızdan çıkarmak. Onları boş yere yanımızda taşımamak, bize de negatif enerji yansıtmalarına izin vermemek.
Hastaysak eğer, “iyileşeceğim” diye geçirmek içimizden; “her geçen gün çok daha iyi olacağım” diye düşünmek. “Neden hastalandım, acaba sonunda daha kötü şeylerde mi beni bekliyor?” tarzındaki olumsuz düşüncelerden, endişelerden bir an önce kurtulmak.
Sabah uyandığımızda, gözlerimizi açtığımızda sağlıklıysak buna şükretmesini bilmek; neşeyle kalkmak yatağımızdan, aynada kendimize gülümsemek. İçimizden “bugün harika bir gün olacak” diye geçirmek, öyle niyet etmek. Size nasılsınız diyenlere “iyiyim” yerine “mükemmelim” diyebilmek ne kadar güzeldir, öyle değil mi?
Öncelikle yapmamız gereken kendimizi pozitif enerjinin gücüyle buluşturmak, kendi duygu ve düşüncelerimizi, hayat enerjimizi bu güçle olabildiğince doldurmak olmalı. Bunu başarmanın, daha çok hayat enerjisi üretmenin en kolay yolu ise daha çok sevmekten geçiyor. Sınırsız, karşılıksız, alabildiğine sevmek. Ünlü tiyatrocu Ali Poyrazoğlu’nun bir köşe yazısında yaptığı sevgi tanımını çok beğendim ben. Diyor ki; “Sevgi oktanı en yüksek, fiyatı en ucuz enerji kaynağıdır. Bagajınıza daha çok sevgi yükleyin.” O halde hiç durmadan yüklemeye başlayalım, ne dersiniz?
Sevginin itici gücüyle çevremize, yakınlarımıza, sevdiklerimize daha faydalı, daha verimli olabilir, aynı enerjiyi onlara da yansıtabiliriz böylece.
Tam tersine kendisini doyurmadan sürekli vermek, adeta kendisi için değil de etrafındaki kişiler için yaşamak, kendinden çok onları düşünmek; kendisiyle ilgili şeyleri hep ikinci üçüncü planlara atmak sağlıklı bir davranış şekli değil. Üstelik fedakarlıkla, cömertlikle karıştırmamalı. Bu şekli hayat tarzı olarak benimseyen bir kişi; bilinçli ya da bilinçsiz kendi içindeki bir takım eksiklikleri başkalarının ihtiyacını karşılayarak gidermeye çalışır. İçindeki yetersizlik duygusunu bu vericilikle kapatmak ister adeta. Ama bir süre sonra, verici olduğu için hep el üstünde tutan kişiler tarafından istenmez hale gelir. Çünkü etrafındaki kişilerin ona olan saygısı kaybolmuştur. Çünkü bir insana saygı duyabilmek için, o kişinin kendisine değer verdiğini, kendisini sevdiğini görmeniz, hissetmeniz gerekir. Çünkü bir insanın ilgi alanı, hayalleri, arzuları ölçüsünde değeri katlanarak artar, saygıyı her daim muhafaza eder.
Oysaki sürekli veren kişiler bu özelliklerden yoksundur. Bunu düzeltmenin en iyi yolu ise düşünceleri doğru şeylere kanalize etmek; şikayet edilen şeylerden olabildiğince uzak durmaktır. Çünkü düşünceler o olumsuzluklarla ne kadar meşgul olursa içinde bulunulan ortamdan kurtulmak o denli zorlaşır. Daha anlamlı bir hayatı yakalamak, güzellikleri, mutlulukları ıskalamamak için önce kendi iç gücümüzü keşfetmeye çalışalım, kendi ruhumuzu beslemeyi deneyelim.
Uzmanların söylediğine göre; kabuğumuzdan çıkıp varlığımızla barışabildiğimiz anda pasif rolden çıkıp hayatın içinde aktif olarak rol almaya başladığımızı şaşırarak göreceğiz. Enerjimiz pozitif olarak değişecek ve bazı şeylerin düzelmesi için ilk olumlu adımlar atılmış olacak.
Sorunlarla problemlerle yüzleşmek artık çok daha kolay olacak. Çünkü varlığımızı her şeyiyle kabul edip bunu kendi içimizde benimsemeyi başardık.
Böylesi bir tutum içinde olmak, karşımızdaki kişilerin bizim hakkımızdaki düşüncelerini de değiştirir. Yani bizim pozitif enerjimiz, olumlu düşüncelerimiz, kendimizi sevmemiz hem birey olarak bize yarar sağlar, hem de çevremizdekilerin bize olumlu yaklaşmalarını destekler. Her iki yönden de mutluluk verici bir gelişmedir bu.
Şimdi sıra etrafımızda, sevdiklerimizde. Kendi pozitif enerjimizi onlarla paylaşma anında. Unutmayalım ki bir insan eğer kendini sevmezse kendine önem vermezse bunların hiçbirini başaramaz; başkalarını sevemez, onları yeterince önemseyemez. Önce kendimizi sevmeli, eğitmeli, iç dünyamızı keşfedip tüm yaratıcı yönlerimizi ortaya çıkarmalıyız. Kendimiz dört dörtlük hale getirince etrafımızdakilere daha faydalı olacağımız bir gerçek.
Kabul ediyorum, kolay değildir bunu başarmak, ama hayat rüzgarına kendimizi tamamen bırakmak; bizi nereye savurursa hiç mücadele etmeden o yöne gitmek de hayat felsefemiz olmamalıdır, ne dersiniz haksız mıyım?
Pozitif enerjinin gücünü önemseyen; önce kendisi sonrada etrafındakileri bu enerji ile buluşturan herkese selam olsun. Bende denemek istiyorum diyenler ise, bir an için gözlerini kapatıp hayatlarında var olan tüm güzel şeyler adına şükredip tebessüm etsinler. İçlerindeki o güzel sevginin, o sevgiyle güçlenecek enerjinin fakına varsınlar yeter. Gerisi kendiliğinden gelecektir nasılsa.
Kurak bir toprak çiçek açabilir mi? Evet açar, eğer istenirse, gerçekten yürekten istenirse, sevgiyle beslenirse açar. Sevgi hem kendimiz hem de sevdiklerimiz için en güzel hayat ilacıdır. Bu nedenle ben tüm yazılarımı her zaman aynı dilekle bitiriyorum ve sevgiyle kalın diyorum.
Sevgiyle kalın.
RUHUNUZ DANS ETSİN.
Herkesin anlayış derecesi farklıdır.
Benim sana anlatacaklarım, ancak senin anlayacağın kadardır…”
Hz. Mevlana
***
'Bir Yarıştayız Sanki, Gösteriş Delisi Olduk Hepimiz.
Elbise Çok Ama ''RÜKÜŞ'' Diyenide Var.
Elbise Yok Ama ''ŞÜKÜR'' Diyenide.'
*Küçük İskender
Hayatından silmek istediklerini gerçekten sil,
Çünkü geri dönüşüm kutusunda bekletirsen; sistemini yavaşlatır !
Adam Fawer
***
Bazen alabileceğin en büyük intikam; Affetmektir.
Ve bazen karşıdakine verilebilecek en güzel cevap; Gülüp geçmektir.
Victor Hugo
***
Saklayacak bir şeyin yoksa, korkacak bir şeyin de yok demektir.
Che Guevara
***
Gördüğünü herkes sever ama sen göremediklerini seveceksin.
"Sözde" değil "özde" istiyorsan şayet; ten'e değil,can'a değeceksin.
Susmuyorum Artık Her Şeyımi Sıfırldım Bu Günlerde Artık Kıyamadıgım Degil , Bana Kıyamayanlar Degerli Bende...! ♥'
Hayatı gözyaşlarınla ödüllendireceğine, gülüşünle cezalandır.
Paul Auster
***
Affetmek için iki kişilik erdem lazım.
Hem onu affetmek,
Hem onu affettiğin için kendini affetmek.
Orson Welles
***
Biri olacaksa geçmişimi merak ederek değil, geleceğimi hâyâl ederek gelsin..korkaklarla yürüdüğüm yolda tek kalmaktan yoruldum.!
Hayat bu, bir bakarsın her şey bir anda son bulur. Hayat bu, son dediğin an her şey yeniden can bulur.
// Şems-i Tebrizi //
Birini kötülemeye çalışırsan asla amacına ulaşamazsın.
Çünkü başkasına sürmek istediğin çamura, önce kendin bulanırsın.
Paulo Coelho
***
Bugünkü aklım olsaydı.
Dün yaptıklarımı yapmazdım.
Ama dün yaptıklarımı yapmasaydım
Bu günkü aklım olmazdı.
Sadece ve sadece sizdeki şu üç şeyi görebilen birisine güvenmelisiniz;
- Gülüşünüzün ardındaki kederi
- Öfkenizin ardındaki sevgiyi
- Sessizliğinizin ardındaki nedeni.
Bugünkü üstünlüğüne fazla güvenme..!! KESER DÖNER SAP DÖNER GÜN GELİR HESAP DÖNER..!!
kötülükten kurtαrαmαzlαr.
Çαlışαnlαr, kötülük düşünmeye vαkit bulαmαzlαr Çαlışmαyαnlαr ise, kendilerini kötülükten kurtαrαmαzlαr.
- Bunu başkalarına anlatacağını aklından çıkar.
Zaman şu andır.Tadını çıkar…!
Paulo Coelho
***
Başkalarından üstün olmamız önemli değildir.
Önemli olan; dünkü halimizden üstün olmamızdır."
Hiç kimse duymak istemeyen kadar sağır olamaz.
M. Henry
***
Değişin, ama yavaşça.
çünkü gideceğiniz YÖN, hızdan daha önemlidir.
Clarice Lispector
SEVMEK...
1942 yılında, soğuk bir kış gününde Nazi toplama kampının içinde genç bir asker, dikenli tellerin ardından genç bir kızın geçtiğini görür. Kız da aynı şekilde genci görünce heyecanlanır. Duygularını ifade etmek çabasıyla, çitin üzerinden kırmızı bir elma atar. Bu o şartlardaki bir asker için bir hayat, bir umut ve sevgi işareti anlamına gelmektedir ve mutlu olur. Genç adam, genç kızın uzattığı elmayı alır. Parlak bir ışık onun karanlığına değmiştir.
Ertesi gün, bu genç kızı yeniden görmeyi umut etmenin bile çılgınca olduğunu düşünmesine rağmen, çitin ötesine bakmaktan kendini alamaz. Dikenli tellerin öteki yanındaki genç kız ise, kendisini bu denli heyecanlandıran yüzü yeniden görmeyi arzular. Elinde elma ile koşarak çitin kenarına gelir. Tipi ve dondurucu havaya rağmen kız, elmayı dikenli tellerin üstünden uzattığında, kalbi bir kez daha sıcak duygularla dolar.
Bu sahne birkaç gün boyunca tekrarlanır. Sadece bir an ve sadece birkaç kelime edebilmek için bile olsa birbirlerini görmek için sabırsızlanırlar. Bu anlık karşılaşmanın sonuncusunda, genç asker üzgün bir yüz ifadesi ve titreyen sesi ile;
- Yarın bana elma getirme, burada olmayacağım. Beni başka bir kampa gönderiyorlar" der ve geri dönüp vedalaşamayacak kadar buruk bir şekilde uzaklaşır.
O günden itibaren, kederli anlarında o tatlı kızın görüntüsü gözlerinde canlanır. Gözleri, sözleri, nezaketi, saflığı, utangaç yüz ifadesi... Genç adamın tüm ailesi savaşta ölmüştür. Tanıdığı hayat bütünüyle yok olmuş, sadece bu bir tek anı canlı kalarak kendisine umut vermeyi sürdürmüştü.
1957 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde, her ikisi de göçmen olan, fakat birbirlerini tanımayan iki yetişkin, arkadaşları aracılığı ile tanışırlar.
- Savaş sırasında neredeydiniz? diye sorar kadın.
- Almanya da bir toplama kampındaydım diye yanıtlar adam.
Kadın tatlı bir tebessümle bir an uzaklara dalar ve daha sonra;
- Toplama kampındaki bir gence, elma attığımı anımsıyorum. Bir kaç gün hep aynı yerden çitin öteki yanındaki askerle konuşur, bakışırdık. Sonra o gitti... Ama ben o nu hiç unutamadım. Hep sevdim... Çok sevdim.
Adam şaşkınlıkla sorar;
Bir gün o genç sana "Artık elma getirme, çünkü başka bir kampa gönderiliyorum" dedi mi?
Kadın iyice şaşırmış bir ses tonu ile:
- Evet. Ama siz bunu nereden biliyorsunuz? diye sorar.
Adam kadının gözlerinin içine bakarak;
O genç asker bendim. Yıllarca hep düşündüm, hep o güzel birkaç günün anısı ile doldurdum düşlerimi. Benimle Evlenir misin?
1996 Yılında Sevgililer Gününde, Oprah Vintfrey televizyon şovunun çekimlerinde, aynı adam kırk yıllık eşine duyduğu sevgiyi bir kez daha milyonlar önünde anlattı.
SAĞLIK İÇİN ALTIN ÖĞÜTLER
Çok değerli okuyucularım, merhabalar.
Faydalı olduğuna inandığım “Sağlığınız İçin Altın Öğütler” yazısını sizler ile paylaşmak istedim.
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ ONKOLOJİ ENSTİTÜSÜ BAŞKANI
PROF. DR. ERKAN TOPUZ
1.GÜNDE EN AZ 6-7 SAAT KARANLIK ODADA UYUMAK GEREKİR.
2.HAFTADA EN AZ 6 GÜN ERKEN YAT ERKEN KALK.
3.ELEKTRONİK ARAÇLARDAN UZAK DURUNUZ, KULANMADIĞINIZ ZAMAN AÇIK VE YANINIZDA TUTMAYINIZ.
4.BİLGİSAYARINI AÇIK TUTMA.
5.TELEFONDA KISA KONUŞ.
6.CEP TELEFONU İLE KONUŞMAN 30 SANİYEYİ GEÇMESİN.
7.ŞAMPUANLAR VE DUŞ JELLERİ KANSEROJENDİR. VÜCUDUNUZU SABUNLA TEMİZLEYİN VE BOL BOL DURULANIN.
8.ZAMAN. ZAMAN. YALIN AYAK TOPRAKTA YÜRÜYÜN.
9.GİYDİĞİNİZ TERLİĞİN LASTİK- PLASTİK OLMAMASINA DİKKAT EDİN.
10.GECE UYURKEN, ODADAKİ TELEVİZYONU, BİLGİSAYARI, VS FİŞTEN ÇEKİN VEYA ANA DÜĞMESİNDEN KAPATIN.
11.CEP TELEFONUNUZU GECE UYURKEN YATTIĞINIZ ODADA BULUNDURMAYIN.
12.HAFTADA 4 KEZ BALIK YE VE BALIK ÇORBASI İÇ, BALIĞIN KILÇIĞI KANSER ÖNLEYİCİDİR. MÜMKÜNSE BALIĞI KILÇIĞI İLE YE.
13.ZERDAÇAL (KÖRİ) Yİ BOL BOL KULLAN, SALATALARINA EK, ÇORBANA KÖFTENE KOY VS...
14.GÜNDE İKİ BARDAK DOMATES SUYU İÇ.
15.KEPEK EKMEĞİ VE EKMEĞİN KABUĞUNU YE, BELEDİYE EKMEĞİ GENÇLER İÇİN İYİ.
16.TUZ KULANMAK İSTİYORSAN, KAYA TUZU KULLAN.
17.ZEYTİNYAĞI FAYDALI, SABAH KAHVALTISINDA BİR ÇORBA KAŞIĞI ZEYTİNYAĞININ İÇİNE KEKİK, NANE, KÖRİ, KOYUP YE.
18.ESMER PİRİNÇ TÜKET.
19.ZEYTİN ÇOK YARARLI BOL BOL TÜKET.
20.YAĞSIZ PEYNİR VE KEÇİ PEYNİRİ YE.
21.HAFTADA EN ÇOK İKİ KEZ KIRMIZI ET YE.
22.ÇAY ÖNERİSİ; YEŞİL ÇAY+BÖĞÜRTLEN+ISIRGAN+ LİMON KABUĞUNU KARIŞTIR, KAYNAT, GÜNDE İKİ KUPA İÇ. DİKKAT, BUNU İLAÇ ALMAYAN İNSANLAR İÇEBİLİR.
23.EĞER HİÇ BİR İLAÇ İÇMİYORSANIZ VEYA İLAÇTAN 6 SAAT SONRA BİR SU BARDAĞI GREYFURT SUYU İÇİNİZ.
24.BİTKİSEL OTLARI ALIRKEN İNTERNETTEN ALIŞVERİŞ YAPMAYIN, TARIM BAKANLIĞI ONAYI OLANLARI ECZANELERDEN ALIN.
25.SENTETİK YASTIK YORGAN KULLANMAYIN, PAMUIK YORGAN YASTIK DAHA SAĞLIKLIDIR.
26.ÖZELLİKLE BEYAZ İÇ ÇAMAŞIRLARINIZI KAYNATMADAN GİYMEYİN, ÇÜNKÜ BEYAZLATICI MADDE KANSEROJEN BİR MADDEDİR.
27.MUTFAKTA TEFLON BULUNDURMAYIN, YEMEKLERİNİZİ CAM, ÇELİK VE PORSELEN KAPLARDA PİŞİRİN.
28.SENTETİK MALZEME İÇEREN HALI KULANMAYIN.
29.AYAKKABI İLE EVDE DOLAŞMAYIN.
30.ORGANIK ÜRÜNLER TÜKETİN, EN AZINDA SEBZE VE MEYVEYİ MEVSİMİNDE TÜKETİN.
31.FASTFOOD KANSEROJENDİR.
32.ACI BİBER KANSERE ÇAREDİR.
33.HAFTADA EN AZ BİR KÖY YUMURTASI TÜKETİN VE ÖZELLİKLEDE BEYAZINI DAHA ÇOK TÜKETİN.
34.ELMA SİRKESİ MERTABOLİZMAYI HIZLANDIRIR, GÜNDE BİR TATLI KAŞIĞI İÇİN. ( Kadınlarda kemik erimesine sebep oluyor, dikkat edin...)
35.HER SABAH AÇ KARINA BİR BARDAK ILIK SU TÜKETİN.
36.KURU ERİK, BÖĞÜRTLEN, ÇİLEK TÜKETİN.
37.HAVUZLARDA KULLANILAN KLOR KANSEROJENDİR, EĞER GİRERSENİZ DE HEMEN DUŞ ALIN.
38.İÇME SUYU; İSTANBULDA ŞU ANDA BELEDİYENİN SUYU İÇİLEBİLİR, EĞER SATIN ALIYORSANIZ 3 AYDA BİR MARKASINI DEĞİŞTİRİN.
39.KIZARTMA YEMEYİN, HAŞLAMA, BUĞULAMA YENMELİDİR.
40.MİKRO DALGADA FAZLA ISITMA.
41.YANMIŞ YİYECEKLER KANSEROJENDİR.
42.DİŞ FIRÇALARKEN KURU FIRÇAYA MACUNU KOY, FIRÇALA, SONRA DURULA.
43.KURU TEMİZLEME KANSEROJENDİR.
44.DOMATES ORGANİKSE, MEVSİMİNDE KANSER ÖNLEYİCİDİR.
45.ELMAYI KABUĞU İLE YE.
46.SEBZEYİ, MEYVEYİ, ÖNCE ELMA SİRKELİ SUDA 20 DAKİKA BEKLET, SONRA DURULA YE, VEYA KULLAN.
47.BROKOLİ, KARNIBAHAR, ISPANAK, LAHANA, KIRMIZI TURP, KARA TURP, HAVUÇ, MAYDANOZ, REZENE, TERE TÜKET.
48.EN YEŞİL, EN KIRMIZI, EN SARI OLAN YİYECEKLERİ YE.
49.YEŞİL ÇAYI GÜNDÜZ TÜKET.
50.KARA ÜZÜM, KARADUT, BÖGÜRTLEN ŞURUBU, ANANAS TÜKET.
51.ÇİN ÜRETİMİ HİÇ BİR ŞEY KULLANMA, ŞU ANDA MADE İN CHİNA YERİNE PRC (PEOPLE REPUBLİC OF CHİNA) YAZIYORLAR DİKKATLI OL.
52.SÜT YERİNE AYRAN VE YOĞURT TÜKET, ÇÜNKÜ SÜTE HAYVANIN GÜBRELİ YEDİĞİ OTLARIN KALINTILARI KARIŞABİLİYOR.
53.FINDIK, FISTIK, CEVİZİ KABUKLU AL, KIR, ÖYLECE BİRAZ GÜNLÜK TÜKET.
54.MEVSİMİNDE ÇEKİRDEKLİ KARPUZ ÇOK FAYDALI.
55.ŞARABA BÖCEK İLACI KARIŞIYOR, O NEDENLE KANSEROJENDİR, BİRA KOLON KANSERİNİ ARTIRIYOR, BUNLAR YERİNE KARA ÜZÜM YE.
56.MEYVE SUYU YERİNE, TAZE MEYVE TÜKET, MEYVE SUYU ŞİŞMANLATIYOR.
57.HAREKETLİ HAYATI TERCİH ET.
58.OKSİJENLİ ORTAMDA, GÜNDE EN AZ YARIM SAAT VEYA 45 DAKİKA YÜRÜ.
59.SİGARA İÇİYORSANIZ; YÜZDE 85 VEYA 90 AKCİGER KANSERİ OLACAKSINIZ VE KALP KRİZİ GEÇİRECEKSİNİZ DEMEKTİR...
SIGARAYI BIRAKINCA VÜCÜT 10 YILDA YENİLENEBİLİYOR.
HEMEN SİGARAYI BIRAKIN.
KIRMIZI OLAN ÜRÜNLERİ TÜKETİN, MEYAN KÖKÜ VE KARA MEŞENİN KABUĞUNU EZİP TOZ OLARAK ALIN. BU VÜCÜDUN DAHA KOLAY TEMİZLENMESİNİ SAĞLIYOR .
2015 YILINDA 9 MİLYON KİŞİ AKCİĞER KANSERİ OLACAK. YİRMİ SANİYEDE BİR KİŞİ AKCİĞER KANSERİ OLUYOR.
60.DİKKAT!!! AKCİGER KANSERİ BELİRTİLERİ OMUZ AĞRILARI, YÜKSEK ATEŞ, ÖKSÜRÜK VE KANLI BALGAMDAN ANLAŞILIR.
61.STRESTEN UZAK DURUN, KANSERİ TETİKLİYOR: YOĞA, MEDİTASYON, NAMAZ STRESE IYI GELİYOR.
62.TANRIYA İNAN, DOKTORA İNAN, AİLE SEVGİSİNE BAĞLILIK GÖSTER Kİ, STRESİN ETKİLERİNİ MEN ET.
63.GÜNDE BİR TATLI KAŞIĞI, ÜZÜM ÇEKİRDEĞİ VE KETEN TOHUMU TÜKET.
64.AKŞAMLARI GÜNDE BİR SU BARDAĞI KEFİR TÜKET,
GÜNDE BİR KEZ BÜYÜK APDESTE ÇIKILMASI GEREKİR EĞER,
OLMUYORSA İLERDE KOLON KANSERİ OLMA OLASILIĞI YÜKSEKTİR, BUNA DİKKAT ET.
65.MENAPOZDAKİ KADINLARIN VÜCUDUNDA ÖDEM OLUR
BUNU ATMAK İÇİN;
KİRAZIN SAPI+MISIR PÜSKÜLÜ+MAYDONEZ SAPI KÖKÜ+DEFNE YAPRAĞINI 5 DAKİKA SICAK SUDA BEKLET GÜNDE EN ÇOK İKİ KUPA OLARAK İÇ, BU BİRİKEN ÖDEMİ ATIYOR.
66.BEYAZ UN, BEYAZ ŞEKER VE TUZDAN UZAK DUR.
67.KENDİNİZİ HALSİZ HİSSEDİYORSANIZ, GÜNDE BİRER ADET B VE C VİTAMİNİ ALIN.
68.KANSER HASTALARI DOKTORUNA DANIŞMADAN HİÇ BİR BİTKİSEL OT KULLANMAMALIDIR. İLAÇ İÇİYORSA ASLA OT KULANMAMALIDIR.
69.BÜTÜN PETROL ÜRÜNLERİ KANSEROJENDİR.
ŞEYTANIN DIŞKISI OLARAK ADLANDIRILIYOR.
KULANDIĞINIZ HER ŞEYİN PETROL ÜRÜNÜNDEN YAPILIP YAPILMADIĞINI SORGULAYIN.
ALINTI, PAYLAŞIMDIR.
BOL SAĞLIKLI GÜNLER...
SEVGİ FEDAKARLIKTIR EMEK İSTER:
On beşinci yüzyılın başlarında, Nürnberg yakınlarında oldukça fakir bir aile yaşardı. On sekiz çocuklu ailenin reisi oldukça mütevazı kazancını çocuklarına yetirmek için günde on sekiz saate yakın çalışırdı. Gerektiğinde konu komşudan yardım da gelirdi.
On sekiz kardeşten ikisi, Albrecht ve Albert, bu umutsuz durumlarına rağmen, kalplerinde gizliden gizliye bir hayali büyütürlerdi. Her ikisi de usta bir ressam olmak istiyordu; ama babalarının kendilerini şehirdeki sanat akademisine gönderemeyeceğini gayet iyi biliyorlardı.
Günler, geceler süren tartışmalardan sonra iki kardeş ortak bir karar aldılar. Yazı tura atmaya karar verdiler. Yazı turada kaybeden maden ocağında çalışacak, kazandığı ile kazanan kardeşinin sanat akademisindeki masraflarını karşılayacaktı. Sonra da kazanan kardeş, dört yıl sonra mezun olduğunda, ya resimlerini satarak ya da gerekirse madende çalışarak diğer kardeşi okutacaktı.
Bir sabah fısıltılı dualar eşliğinde yazı tura attılar. Yazı turayı Albrecht kazandı ve Nürnberg'deki sanat akademisinin yolunu tuttu.
Albert ise maden ocağının yolunu tuttu. Dört yıl boyunca kardeşine para gönderdi.
Albrecht'in karakalem ve yağlıboya resimleri akademide hemen herkeste hayranlık uyandırmıştı. Öyle ki daha mezun olmadan hatırı sayılır paralar kazandı.
Genç sanatçı mezun olup köyüne döndüğünde, kalabalık ailesi evlerinin verandasında yemekteydi. Uzun sohbetlerin ardından, Albrecht ayağa kalktı, kardeşi Albert'in elinden tutup kendisine yaptığı eşsiz iyiliği anlattı.
Albrecht, Albert sayesinde hayallerini gerçekleştirmişti. Sonra sözlerini şöyle tamamladı:
''Ve şimdi, benim fedakâr kardeşim Albert, sıra senin. Şimdi Nürnberg'e gidip hayallerini gerçekleştirebilirsin. Masraflarını ben karşılayacağım."
Herkesin gözü Albert'e döndü. Albert, oldukça solgun yüzünü yıkayan gözyaşlarını gizlemeye gerek görmeden, başını "hayır, hayır!" anlamında sağa sola sallıyordu. Albert, sonunda kalktı ve gözyaşlarını sildi. Kardeşlerinin, anne babasının yüzlerinde gezdirdi gözlerini. İki elini de sağ yanağına yapıştırıp yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
"Hayır, kardeşim. Nürnberg'e gidemem. Benim için artık çok geç. Dört yıllık maden işçiliği ellerime neler yapmadı ki! Her parmağım en az bir kere ezilip kırıldı. Son zamanlarda, sağ elimde dayanılmaz romatizma ağrıları da başladı. Bir bardağı bile zor tutuyorum. Nasıl olur da karakalem, yağlıboya çalışırım ki?.. Parmaklarım fırça tutacak inceliği çoktan kaybetti. Hayır, kardeşim, hayır... Benim için artık çok geç."
Bu buruk konuşmanın üzerinden 450 yıldan uzun bir süre geçti. Bugüne kadar Albrecht Dürer'in yüzlerce portresinin yanı sıra karakalem, suluboya, yağlıboya resimleri dünyanın sayılı müzelerinin duvarlarını süsledi. Fakat bunlar içinde hiçbiri Albrecht Dürer'in o günkü yemekten sonra yaptığı karakalem çalışması kadar ünlü olmadı. Bugün yeryüzünde birçok çalışma masasının üzerini süsleyen, birçok duvarda asılı duran bu resim Dürer'le eşleştirildi; hatta Dürer'den daha çok bilinir oldu.
Albrecht Dürer, kardeşi Albert'in kendisi için gösterdiği feragati resmetmeye niyetlendi. Kardeşinin maden ocağında çalışmaktan eğri büğrü olmuş parmaklarını ve kırış kırış avuçlarını bütün detaylarıyla çizdi. Resimde Albert'in ince parmakları göğe doğru yönelmişti. Avuçların içi sanki gökten bir yağmur bekliyormuşçasına açıktı. Dürer, bu çalışmasına basitçe "Eller" adını verdi. Fakat insanlar, böylesine açık avuçlara ve göğe yönelmiş parmaklara her kalbin içini ısıtan bir sırrı doldurdular.
Bozuk para yere düştüğünde, Albrecht'in sanatçı olma duası, Albert'in de bir sanatçının en ünlü eserine model olma duası kabul edilmişti. Dürer'in "Eller"i, böylece, "Dua Eden Eller" olarak anıldı.
SEVGİ, ANA RAHMİNDE BAŞLAR
Değerli okuyucularım, merhabalar.
BİR ANI…
İdayder Başkanı çok değerli dostum Mustafa Kırcı ve Başkan Yardımcısı yine değerli dostum Mehmet Gülseçen geçtiğimiz günlerde, aramızda yaptığımız bir sohbet anında, “İnsanın eğitiminin ana rahminde başladığını” konusunda hem fikir olduk.
Konuyla bağlantılı olmak üzere, kendilerine yaşanmış bir hikayeyi anlattım. Bunun üzerine her iki dostum da bana “Ne olur, bu anlattıklarını İDAYDER için lütfen kaleme alır mısın” dediler. Ben de memnuniyetle, dedim. Çok değerli dostlarım sevgili İdayder Başkanımız Mustafa Kırcı ve Başkan yardımcısı Mehmet Gülseçen”e anlattıklarımın özetini sizlere sunuyorum:
İKİ HAMİLE İNEĞİ ELE ALMIŞLAR…
Bu ineklerden birisini çok ideal bir ahırda tutmuşlar. Vakti geldiği zaman otunu yemini verdikleri gibi, arada bir tüyünü okşayarak ona sevgilerini göstermişler. Ahırın doğal olarak daha sıcak olmasını temin açısından, aynı zamanda ahırın penceresini de güney yönünde açmışlar. Bu arada altına kuruluk atmayı da ihmal etmemişler.
Bir diğer ineği ise son derece bakımsız bir ahıra kapatmışlar. Penceresi kuzeye açıldığı için doğal olarak daha soğuk olan bu ahıra kurulukta atmamışlar. Otunu ve suyunu da düzensiz olarak verdikleri gibi, arada bir de ineği hırpalamışlar. Kısacası bakımlı olan ineğin tersine her türlü noksanlık ve cefa bu ineği bulmuş.
OLANLAR OLMUŞ…
Gün gelmiş her yönüyle bakımlı olan inek öyle rahat bir doğum yapmış ki, görenler şaşırmış. Henüz doğmuş olan dana doğar doğmaz yürümeye başlamış. Aynı zamanda çok gürbüz ve sevimli bir halide dikkat çekmiş.
Her tür cefa ve sıkıntıyla hayatını geçiren inek ise, doğum anında öyle zorlanmış ki, sormayın…Üstelik doğan dana son derece cılız olarak doğmuş ve birinci ineğin danasının tersine günler sonra sendeleye sendeleye yürümeye başlamış…
KISSADAN HİSSE: Sevgi ile muhattap olan insan, hayvan ve bitki motive edilmiş olur.
Haftaya buluşmak umuduyla.
SOL YANIM ACIYOR ANNE…
Merhaba Anne Yine ben geldim.
Merak etme okuldan ciktimda geldim.
Annelerde babalar gibi merak eder mi bilmiyorum ama Ali "Okula gitmezsem annem cok kizar, merak eder" demisti de Onun icin soyluyorum.
Gecen hafta ogretmen, Sag elimde sarimsak, sol elimde sogan dedirte dedirte Ogretti sagimi solumu.
Ben biliyorum artik anne sagim neresi, solum neresi Agriyan yanimin neresi oldugunu Simdi iyi biliyorum anne.
Hani gecen geldigimde Suram aciyor iste suram demistim de Bir turlu soyleyememistim ya aciyan yanimi anne Bak simdi soyluyorum Suram iste,Sol yanim cok aciyor anne.
Hem de her gun aciyor anne her gun.
Dun sabah annesi Ayse'nin saclarini ormustu.Elinden tutup okula getirdi.
Yakasi da danteldi.
Zil calinca optu, hadi yavrum sinifa dedi.
Bende agladim,Agladim hic de utanmadim.
Ögretmen ne oldu dedi.
Dustum dizim cok aciyor dedim.
Yalan soyledim anne.
Dizim acimiyordu ama sol yanim cok aciyordu anne.
Bugun bende sacim orulsun istedim.
Babam ordu ama onunki gibi olmadi.
Dantel yaka istedim.Babam "Ben bilmem ki kizim" dedi.
Bari okula sen gotur dedim."kizim, is" dedi.
Bende banane dedim, agladim."kizim, ekmek" dedi babam.
Sustum ama okula giderken yine agladim anne.
Ha bide sol yanim yine cok acidi anne.
Herkesin coraplari bembeyaz, benimkiler gri gibi.
Zeynep "annem beyazlara renkli camasir katmadan yikiyormus" dedi.
Babam hepsini birlikte yikiyor.
Babam camasir yikamasini bilmiyor mu anne…?Uff.. babam, her gun domates peynir koyuyor beslenmeme.
Üzülmesin diye soylemiyorum ama Arkadaslarim her gun kurabiye, borek, pasta getiriyor.
Biliyorum babalar pasta yapmasini bilmez anne…
Hava karariyor, ben gideyim anne.
Babam bilmiyor kacip kacip sana geldigimi.
Duyarsa kizmaz ama cok uzulur biliyorum.
Kim bozuyor topragini,Ciceklerini kim kopariyor.
İzin verme anne ne olur topragina el surdurme.
Eve gidince aklima geliyor bide bunun icin agliyorum anne. Bak kavanoz yanimda, topragindan bir avuc daha alayim.
Biliyor musun anne her gelisimde aldigim topraklarini Su kavanozda biriktirdim.
Üzerine de resmini yapistirip basucuma koydum.
Her sabah onu opuyor kokluyorum.
Kimseye soyleme ama anne Bazen de konusuyorum onunla.
Ne yapayim seni cok ozluyorum anne.
Ha unutmadan, Ogretmen yarin anneyi anlatan bir yazi yazacaksiniz dedi.Ben babama yazdiracagim.
Ögretmen anlarsa cok kizar ama banane kizarsa kizsin.
Ben seni hic gormedim ki neyi,nasil anlatacagim anne.
Senin adin gecince sol yanim aciyor anne.
Hic bir sey yutamiyorum.
Bazen de dayanamayip agliyorum.
Kağida da boyle yazamam ya anne.
Ben gidiyorum anne,Topragini opeyim, sende ruyama gel beni op.
Mutlaka gel anne, Sen ruyama gelmeyince sol yanimin acisiyla uyaniyorum anne.Sol yanim aciyor anne.
İşte tam surasi,Sol yanim cok aciyor anne.
Seni cok ozledim,Anne cook...
AYLA AYDEMİR
TAVAN ARASI HATIRALARI
Küçükken, annemin bir gün beni de tavan arasına atacağını düşünür; buruk bir sevinç duyardım yüreğimde…
Tavan arası, değerli bilip de atmaya kıyamadığımız eşyaların hıfzedildiği yerdi;
öyle ki oradakilerin tozlanması dahi değerini azaltmazdı.
zamanın eskitemediği her şey değer kazanırdı orada,
haberler getirirdi benden. öncekilerden, ötelere erenlerden.
Acaba bu karanlık tavan arasında kalsaydım; bana değer verildiğini mi düşünürdüm,
yoksa tozlarımla yaşamaya mahkum edildiğimi düşünüp terk edilmişlik
korkusuna mı kapılırdım?
her şeyden önce benim oraya koyulma sebebim önemli olmalıydı belki de;
“değerli bilinmek!” devam eden süreçte unutulmak da ya daha değerli şeylere kavuşulmasından, ya da yaşanılan bir vefa imtihanındandır…
Vefa, tozlar arasında kalanı hatırlayıp onunla güzeli yad etmektir; belki de onu yürekte hatırlayıp niyaza eklemektir.
Tavan aralarımız, bazen evimizin çatısıdır, bazen de toprağın altı.. mutlaka bir gün hatırlanır değer verilenler.
Değer verdiğimiz eşyaları, tavan arasına koyarken insanın aklına bir soru geliveriyor:
”Acaba ben de birilerinin tavan arasında mıyım?”
Beklemek benim imtihanım ise;
vefa birilerinin mi?
Ya da tavan aramdakilere vefalı mıyım?
Güldeki sevda,
Çöldeki ateş,
Denizdeki su kadar kadersin bana.
Bak alnına, iki kaşının ortasına .
Orada benim mührüm var.
Alnımın yazısı olduğun kadar, alnına da yazıyım.
TENKİT ÜZERİNE
Değerli okuyucularım merhabalar.
Beğeneceğinizi umduğum bir yazıyı sizler ile paylaşmak istedim.
İNSANLARI İDARE ETMENİN TEKNİK ESASLARI.
1-Tenkit Çok Tehlikeli Bir Kıvılcımdır.
Yıllarca birçok cinayet işlemiş, insanları sindirerek haraca bağlamış, bir sürü soygun yapmış insanlar bile suçlu olduklarına inanmadıklarına göre, sizinle her gün görüşen insanlar, tenkitlerinizin doğru olduğunu hemen kabul edecekler midir? Sert tenkitleriniz bir işe yarayacak mıdır?
Bütün tenkitler yuvalarından uçan güvercinler gibi yuvalarına dönmeye mahkumdurlar.
Tenkit, insanın en çok değer verdiği ‘benliğini’ yaralıyor. O’nun hiddetlenmesine sebep oluyor.
Alman Ordusu’nda hiçbir asker olayın hemen sonrasında şikayette bulunamaz.
Önce hiddeti yatışacak, olayı daha soğukkanlı değerlendirebileceği bir zaman geçecek, sonra şikayette bulunabilecektir.
Karısı veya başkaları iç harp sırasında Güney halkı için ağır sözler sarf ettiklerinde Lincoln şöyle diyordu:
"Onları tenkit etmeyiniz. Aynı şartlar içinde bulunsaydık, aynı şekilde hareket edebilirdik."
Dünyadaki karışıklıkların ve anarşinin birçok sebeplerinden biri de kendisi düzeltilmeye muhtaç olan insanların dünyayı düzeltmeye kalkmalarıdır.
Konfiçyus der ki: "Evinizin eşiğini temizlemeden, komşunuzun damındaki karlardan şikayet etmeyiniz."
Çok tehlikeli bir kıvılcımdır tenkit. Bu kıvılcım, bir barut fıçısından farksız olan insan gururunu anında infilak ettirebilir.
Büyük adam, küçük adamlara karşı takındığı tavırlardan anlaşılır.
2-İnsanları İdare Etmenin Büyük Sırrı
İnsanlara iş yaptırmanın en kestirme yolu insanlarda o işi yapma arzusu uyandırmaktır. İnsanlara tehditle, zulümle, kaba davranışlarla da iş yaptırmak mümkündür ama bu tarz davranışların katlanmanız gereken ağır neticeleri vardır.
Samimi bir takdiri, iltifatı hangimiz özlemeyiz? Hangimiz bulduğumuz zaman reddederiz?
Yoksul bir bakkal çırağını bir evin döküntüleri arasında bulduğu hukuk kitaplarını okumaya sevk ederek sonunda onu Lincoln yapan duygu önemli olma arzusuydu.
George Washington kendisine "Haşmetli Birleşik Devletler Başkanı" denilmesini isterdi.
Kristof Kolomb "Okyanus Amirali ve Hindistan Naibi" ünvanını istemişti. İmparatoriçe Büyük Katerina üzerinde "İmparatoriçe Hazretleri" yazmayan zarfları açmazdı.
Bazı ilim adamlarına göre, yaşadığımız dünyada önemli olma fırsatı bulamayanlar kendilerine ayrı bir dünya kuruyorlar. O dünyada çok önemli biri olarak yaşıyorlar.
Ben insanlara heyecan verebiliyorum. İnsanın yeteneklerini geliştirmesi ve kullanması takdir ve teşvik edilmesine bağlıdır. İdarecilerin tenkitleri kadar insanın çalışma ve başarma ihtirasını öldüren bir şey yoktur. Ben insana hız vermek için O’nu överim. İnsanlarda kusur bulmaktan nefret ederim. Beğendiğim bir şeyi takdir etmekte gecikmem. Bundan da zevk alırım. Ünü makamı ne olursa olsun tenkit yerine iltifat duyup da daha çok gayrete gelmeyen hiç kimseyi tanımadım. Burada kendisinden daha akıllı ve yetenekli insanları etrafında toplamayı bilen bir adam yatıyor.
İnsanların iyi taraflarını düşünelim. Bunları takdir edelim. Takdirimizi söyleyelim. O zaman bu sözleriniz siz öldükten ya da söylediğinizi unuttuktan sonra bile söylediğiniz insanlarda yaşarlar.
3-Oltaya Uygun Yem Takmayanlar, Balık Tutamazlar
Ben kremalı çilekten hoşlanırım. Balıklar ise kurt yemeyi seviyorlar. Onun için Maine üzerinde balığa çıktığımda oltaya kremalı çilek takmayı aklımdan bile geçirmem. Oltamdaki kurtlara koşan balıkları kolaylıkla avlayabilirim. İnsanları elde etmek için de aynı yolu takip etmek mecburiyetindeyiz.
İşte, vazgeçilmez kural: "Oltaya doğru yemi takmak…"
Bir insanı etkilemenin biricik çaresi, onun istekleriyle ilgilenmek, onun isteklerine değer vermek, onun isteklerinin önemini kabul etmektir.
Oğlunuza saatlerce sigara içmemesini istediğinizi anlatsanız ne elde edebilirsiniz? Sizin bu isteğiniz onu niçin etkilesin?
Siz onun isteğini ön plana çıkarın.
Oğlunuz futbolu çok mu seviyor? Ona sigara içtiği takdirde iyi bir futbolcu olamayacağını anlatın. Kendi isteğinin gerçekleşemeyeceği ihtimali onu daha çok etkileyecektir.
Prof. Harry A. Averstreet şöyle yazar:
"Davranışlarımızın kaynağı arzu ve isteklerimizdir. Hangi alanda çalışıyor olursanız olun, başkalarında kuvvetli bir istek meydana getirebilirseniz insanlar yanınızda olur. Bunu başaramayan yalnızlığa mahkumdur..."
Carnegie, ilk oğlundan uzun zaman mektup alamadığı için üzgün olan baldızına: "Endişelenme" demişti:
"Şimdi onlara bir mektup yazacağım ve derhal cevap gelecek"
Carnegie annelerini ihmal eden çocuklara bir mektup yazdı ve zarfın içinde para yolladığını söyledi. Derhal cevap geldi: "Mektubunuzu aldık. Ama zarfın içinden para çıkmadı..!"
Yarın siz de belki başkasına bir şey yaptırmak isteyeceksiniz. Kendinize sorun:
"Bu adamın (veya bu kadının) bu işi yapmak istemesini nasıl sağlayabilirim?"
Başarının bir sırrı varsa; karşınızdakinin bakış açısını kavramak ve onun gözüyle görebilmektir.
Kendisini başkalarının yerine koyup, onları anlayabilen kimsenin geleceği için kaygı duymasına gerek yoktur.
Sevgiyle kalınız.
VEDA HUTBESİ
Değerli okuyucularım, merhabalar
Ramazan ayı olması nedeniyle, hep beraber “Veda Hutbesi” ni okuyalım derim.
Bin beşyüz yıl evvel Peygamber efendimiz tarafından yüz binin üzerindeki insana okunan bu hutbeyi, sizlerle paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm.
Bu arada, Ramazanınızı tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim.
(9 Zilhicce l0 H/8 Mart 632 M Cuma)
Peygamberimiz Hz Muhammed (s a s ) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vâdisi'nin ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitab etti:
"Hamd Allah'a mahsustur O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz Allah kime hidâyet ederse, artık onu kimse saptıramaz Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki; Allah'dan başka ilâh yoktur Tektir, eşi ortağı, dengi ve benzeri yoktur Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür "
"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. Ey İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.
Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O'da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakin benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmutallib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lakin ana paranız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
Ashabım! Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia'nın kan davasıdır.
Ey insanlar! Muhakkak ki şeytan, şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Ey mü'minler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur-ân-i Kerim ve Peygamberin sünnetidir.
Mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman'ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman'a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.
Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız.
- Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.
- Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.
- Zina etmeyeceksiniz.
- Hırsızlık yapmayacaksınız.
İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz? "
Sahabe-i Kiram birden söyle dediler.
"Allah'ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şahadet ederiz!"
Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S A V ) şahadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve söyle buyurdu.
"Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! "
YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİRŞEY VAR
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol BEHRAMOĞLU
YOLUMUN ÜZERİNDE...
Soğuk bir kış gecesinde eve dönerken, kaldırımın ortalık yerinde duran genç bir adama rastladım. Derin derin soluk alıyor ve düşmemek için yanındaki elektrik direğine sarılıyordu. Bir vitrine bakıyormuş gibi yaparak göz ucuyla onu seyrettim. Otuzbeş-kırk yaşlarında olmalıydı ve üstü başı da bir sarhoştan beklenmeyecek kadar temizdi. Yanından geçenlerden bazıları yüksek sesle konuşarak içki içmenin kötülüğünden bahsediyor, bazıları da sadece alaylı gülümsemelerle yetiniyordu. Yolun boşalmasını kolladıktan sonra yavaşça yanına sokularak:
-İyi misiniz? diye sordum. Bir ihtiyacınız var mı?
Zorlukla arayabildiği dudaklarından iniltiye benzeyen tek bir kelime çıkabildi:
- Hastayım...
Düşmemesi için bir kolunu beline dolayarak taksi beklemeye koyuldum. Akşam vakitlerinde kesilen kar yağışı tekrar başlamış, yavaş yavaş beyazlanmaya başlayan yollarda birbiriyle yarışan sokak köpeklerinin dışında bir hayat emaresi kalmamıştı.
Gece yarısını geçtiğimiz için araba bulmaktan ümidimi kestiğim sırada, yanımda bir taksi duruverdi. Şoföre durumu anlatarak acele etmemiz gerektiğini söyledim. Hastamızı zor da olsa arka koltuğa yatırarak hastahanenin yolunu tuttuk ve verilen serum tamamlanana kadar iki saate yakın bir süre başucunda bekledik.
Nöbetçi doktor, hastayı en azından donmaktan kurtardığımızı ifade ediyor, kendine gelmekte olan genç adam ise henüz konuşamadığı için, sadece gözlerimizin içine bakıp gülümsemekle yetiniyordu. Daha sonra onu şoförle birlikte tekrar arabaya bindirip evine götürdük. Hastamızın eşi, onun sık sık şeker komasına girdiğini bildiğinden müthiş bir paniğe kapılmış ve 5-6 yaşlarındaki yavrusunu da alıp sokağa fırlamıştı.
Bizi görünce koşarak yanımıza geldiler ve büyük bir sevinçle kucaklaştılar. Saatler süren yorgunluğumuz bir anda kaybolmuş, bize nasıl teşekkür edeceğini şaşıran o ailenin mutluluğu karsısında gözlerimiz dolu dolu olmuştu. Ellerimize sarılarak bizi uğurladıklarında, şoföre borcumun ne kadar olduğunu sordum. Bana fark ettirmeden gözyaşlarını silmeye çalışırken:
- Borçlu değil alacaklısın dostum, dedi. Böyle bir iyiliğe beni de ortak etmekle borcunu zaten ödemiştin. Ama belki de yirmi yıldır ağlamayı unutan bu adama bu güzel duyguyu hatırlattığın için alacaklı duruma düştün. O mert adamla kucaklaşıp helalleşirken, artık gecenin ayazını duymuyor ve evime yürüyerek gitmek istiyordum. Kim bilir? Belki de yolumun üzerinde yardımımı bekleyen bir insan daha bulabilirdim.
Cüneyd Suavi
YOLUMUZDAKİ ENGELLER
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş,... kendiside pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacaktı?
Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler.
Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.
Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti.
Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı.
Kese altın doluydu.Bir de kralın notu vardı içinde.
"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.
Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.
"Her engel, yaşam koşullarınızı iyileştirebilecek bir fırsattır.."
Güldeki sevda,
Çöldeki ateş,
Denizdeki su kadar kadersin bana.
Bak alnına, iki kaşının ortasına.
Orada benim mührüm var.
Alnımın yazısı olduğun kadar, alnına da yazıyım.