Atatürk’ün 7 Şubat 1923 çarşamba günü Zağanos Paşa Camii’nde Okuduğu Hutbe
Atatürk’ün Zağanos Paşa Camii’nde okuduğu hutbenin bir bölümü sarı pirinç levha üzerine yazılıp, aynı camiinin dış giriş kapısının sağ tarafındaki duvara monte edilmiştir.
Bu arada eşi Latife Hanımla birlikte kaldıkları Sâcitzâde Mahmut Beyin evinde namazını kılması için Gazi Paşaya bir seccade ile bir tespih hediye edilmiştir. Bu seccade halen Balıkesir Kuvay-ı Millîye müzesinde bulunmaktadır.
ZAĞANOS PAŞA
Esas adı Mehmet olan Zağanos Paşa, Fatih Sultan Mehmet devri paşalarındandır. Yabancı bir isim gibi görünen bu kelime aslında şahin kuşunun bir cinsi olan Zağanüs Türkçe kelimesidir. Bunun yanında doğana da Türklerde Zağnos denirdi. Tarihte de Zağnos Mehmed Paşa diye anılır.
Fatih devrinde Trabzon’un fethinde donanma komutanı olarak görev yapmış, Balıkesir’de vefat etmiştir. Türbesi hanımıyla beraber sağlığında yaptırmış olduğu aynı camiinin avlusundadır. Türbenin küçük bahçesinde de oğul ve torunları yatmaktadır.Türbenin kapısındaki kitabede, ‘Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin Dâmâdı Gazi Zağnos Muhammed Paşa’nın Türbe-i Şerîfi’dir’ diye yazıyor.
ATATÜRK’ÜN HUTBE OKUDUĞU MİNBER
Minber, caminin ilk yapılışından kalmadır. Kalem gibi düzgün, gelin gibi nazlı bir duruşu vardır. Bakanın göz ve gönül zevkini okşuyor gerçekten.
Kapısı tek parça mermerden yapılmış olup yüksekliği üç metre, genişliği bir metredir. Kapının iki yanındaki köşeler yuvarlaklaştırılarak ince birer sütun meydana getirilmiştir. Bu sütunlar ve yan tarafları ve kapı kenarlarının köşeleri iri mersin yapraklı, birbirine girmiş kıvrık dallardan şekillenen oyma tekniğinde süslenmiştir.
Kapı üzerinde yer alan dikdörtgen çerçevenin içine sülüs yazı şekli ile ‘Tevhid’ kelimesi ve ‘Hamd’ ayetleri yazılmıştır. Bu tevhid ve hamd kelimeleri, caminin ilk yapılış tarihi olan Hicrî 865 yılını Ebced Hesabı ile ifade ediyor. (Muharrem Eren, Zağnospaşa, Zağnos Kültür ve Eğitim Vakfı, 1994, s. 144)
İŞTE TARİHÎ OLAYIN VESİKASI
7 Şubat 1923 çarşamba günü Zağanos Paşa Camii’nde bir mevlit programı tertip edilmişti.
Atatürk camiye geldi. Atasına ulaşabilmek için muazzam kalabalık bir o yana, bir bu yana dalgalanıyordu. Uzun uğraşlardan sonra camiye girebildi. Kur’anlar ve mevlitler okundu, devletimizin dirliği, milletimizin birliği için duâlar edildi. Cemaatle birlikte öğle namazını kılan Atatürk, namazdan sonra minbere çıktı ve şu tarihî konuşmasını yaptı:
‘Ey Millet, Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmı, âtıfeti, hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakâyık ve akâid-i kat’iyyeyi (kesin inançları) telkin etmek için me’mûr olmuştur (görevlendirilmiştir), mersûl olmuştur (gönderilmiştir).
Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin delâlet-i peygamberânesiyle tesis etmiş olan dînimizin kanûn-i aslîsi cümlenizce mâlumdur ki Kur’an-ı Azîmüşşânın ihtivâ ettiği nusûhtur (öğütlerdir). Bu nusûha istinâden tesis etmiş olan dinimiz 1300 bu kadar seneden beri âlem-i beşere feyz-i rûhânî vermiş son dindir ve dîn-i ekmeldir. Çünkü tabiata, akla, mantığa tamamen muvâfık, mutâbık ahkâmı ihtivâ eder.
Filhakîka böyle olması ve en son din olabilmesi için bu mezâyâyı âliyeyi (yüksek meziyetleri) câmî bulunması (içine alması) icap eder. Çünkü aksi takdirde kavânîn-i ilâhiye (ilâhî kanunlar) beyninde tezat olması lazımdır. Zira bilcümle kavânîn-i dîniyeyi yapan ve kuran Allah Azîmüşşân’dır.
Biliyorsunuz Cenab-ı Peygamber bütün mesâi-i zâtiyesinde (şahsî çalışmalarında) iki hâneye mâlik bulunuyordu. Birisi kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini ekseriyâ Allah’ın evinde, camide Eshâb-ı Kirâm ile istişâre ederek yapardı. Biz bu dakika da Allah’ın evinde bulunuyoruz.
Allah’ın huzurunda, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin ehl-i imân ile beraber ictimâ ettiği dâr-ı kudsîde bulunuyoruz. Böyle bir sevaba beni muzahhir eden (kavuşturan) Balıkesir’in dindar, çok kıymettâr ve kahraman insanlarının huzûrudur. Bundan dolayı çok memnunum. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a karşı en kıymetli bir vazife ifâ ettiğimizden nâşî (dolayı) en büyük sevaba nail olacağım.
Ey Balıkesir Halkı!
Camiler yalnız birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için değildir. Camiler bilhassa din ve dünya için neler yapmak mecburiyetinde olduğumuzu düşünmek, meşveret etmek (fikir alışverişinde bulunmak) içindir. Herşey ancak meşveretle iyi tarîka (yola) sevk edilir.
Biliyorsunuz ki Cenâb-ı Peygamber ekseriya rufekâ-i mesâîsiyle (çalışma arkadaşlarıyla) meşveret eder, dünya umûrunda (işlerinde) kendinden kuvvetli, daha zekî arkadaşları olduğunu teslim buyururlardı.
Binâenaleyh, sizin de kendi işlerinizde her birerlerinizin dimağları (beyinleri) mutlaka ayrı ayrı hâli faaliyette (çalışma hâlinde) bulunmalıdır.
Bugün burada memleketimizin mâmûriyeti için, bütün bunların istinâd ettiği (dayandığı) istiklâli tâmmemiz (tam bağımsızlığımız) bilâ kayd-ı şart (kayıtsız şartsız) hâkimiyetimiz (egemenliğimiz) için neler düşündüğümüzü açıkça söyleyelim, hasbihâl edelim (konuşup dertleşelim).
Ben size yalnız kendi düşündüklerimi söylemek değil, sizin düşündüklerinizi bilmek istiyorum. Esasen âmâl-i milliye (millî emeller), irâde-i milliye (millî irâdeler), temâyulât-ı milliye (millî meyiller) demek, halkın içerisinden şu veya bu bir kaç kişinin emelleri değil, bütün bir milletin muhassalası (hülâsâsı, özü) demektir. Bu muhassalanın fevkine (üstüne) çıkmak ve tahtında(altında) kalmak mutlaka yanlıştır.
Hakîki yolu bulabilmek için halkın efkârı hissiyâtını (fikrî duygularını) daima bilmek lâzımdır. Buna binâen sizden çok rica edeceğim, bana ne sormak istiyorsanız sorunuz, dinleyeceğim. Cenâb-ı Hakka tekrar hamd ve senâ ederek burasını terk ve sizi dinlemek üzere aşağıya iniyorum. Minberden indiklerinde ise hutbe ile ilgili olarak sorulan bir soruya da şu cevabı vermişlerdir:
‘Efendiler! Hutbe demek halka hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen Hatip’tir. Yani söz söyleyen demektir.'
Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber hayatta bulunduğu dönemde hutbeyi kendileri söylerlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek ilk dört Halîfe’nin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört Halîfe’nin söylediği şeyler o günün meseleleridir. O günün askerî, idarî, malî, siyasî ve sosyal konularıdır. Müslümanlar çoğalmaya, İslâm ülkeleri genişlemeye başlayınca, Hazreti Peygamber’in ve dört halîfenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkan kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri tebliğe bazı kişileri görevlendirmişlerdir. Bunlar herhalde Müslümanların en büyük reisleri idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatır ve doğru yolu göstermek için ne söylemek lazımsa söylerlerdi.
Bu usûlün devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması. Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece mühimdir. Çünkü herşey açık söylendiği zaman halkın aklı faaliyet durumunda bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir…v
Hutbeden maksat halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve tembellik içinde bırakmak demektir. Hatiplerin halkın kullandığı dille konuşması lazımdır.
Geçen sene Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştim ki, minberler, halkın şuurları ve vicdanları için bir ilim ve nur kaynağı olmuştur. Böyle olabilmesi için minberlerden yankılanacak sözlerin bilinmesi, anlaşılması ve ilmî ve fennî hakîkatlere uygun olması lazımdır. Asil hatiplerimizin siyasî, sosyal ve medenî gelişmeleri her gün takip etmeleri gerekmektedir. Bundan dolayı hutbeler tamamen türkçe ve zamanımızın ihtiyaçlarına uygun olmalıdır ve olacaktır.
İşte devlet-millet kaynaşmasının muazzam örneği. Atatürk’ün dinî yönünü tenkit edenler mesnetsiz tenkitlerini hiç olmadı şu insaf eleğinden geçirmek zorundadırlar. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanları içinde camii minberinden konuşma yapan Tek Cumhurbaşkanıdır. İşin doğru yolundan sapıp, ‘şunun için yapmış, bunun için yapmış’ patikalarına sapanları ise, kendi körlükleri içinde bırakmaktan başka yapılacak ne vardır ki ?
(Not: Bu konuşma, Balıkesir Belediye Başkanı Sami Gökdeniz tarafından 1995 yılında Uludağ Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Okutmanı Fuat Özer’e tercüme ettirilerek günümüze kazandırılan Zafer-i Millî Gazetesi’nin ekinde de verilmiştir.)
O GÜNÜN GÖRGÜ TANIĞI İBRAHİM CUMALI ANLATIYOR
‘6 Şubat Salı günü Atamız ile eşi Latife Hanım ve beraberindekiler Balıkesir’e geldiler. Halk ve öğrenciler İstasyon önünde ve Millî Kuvvetler Caddesi’nde Paşalarını bekliyorlardı. Ben o zaman ‘Dâru’l- Hilâfeti Âliye’de okuyordum. Sonra adı İmam ve Hatip Okulu oldu. Biz de bugün ki yeni belediye binasının Millî Kuvvetler Caddesi tarafındaki bahçesinin önünde yerimizi almıştık. Büyük önder bizim önümüze geldiğinde bizleri gözleriyle süzdü, Ahmet adındaki arkadaşımıza sorular sordu.
7 Şubat Çarşamba günü olan ertesi günü ise öğleden evvel okulları teftiş etmişler, bizim okulumuza da gelmişlerdi. Sınıfımıza teşrif ettiler, bazı arkadaşlarımıza sorular sordular, güzel cevaplar verildi
Sınıftan ayrılmak üzere iken Müdürümüz Halil Efendi’ye dönerek, ‘Hocam! Bu çocuklar ilmiye talebesi, başlarında sarık var fakat üzerlerinde herkesin giydiği (karışık renkte) ceketler. Mesleklerini ifâ ederken imam efendilerin giydikleri gibi cübbe giyseler daha güzel olur.’ buyurdular. Müdürümüz, ‘Hay hay Paşam… Emredersiniz. Ailelerine haber gönderelim, yaptırsınlar’ cevabını verdi. Bunun üzerine Gazimiz o sırada yanında bulunan Maarif Müdürü Sabri Bey’e, ‘Mâlî durumu müsait olmayanlara biz Hükümet’ten yaptıralım.’ emrini verdiler. Sonradan mâlî durumu müsait olmayanlara giysi yardımı yapıldı.
Büyük önderimizin aynı gün Zağanos Paşa Camii’nde konuşacağı öğrenildi. Kendilerini dinlemek için bize izin verdiler. Öğle namazından sonra Paşamız minbere çıkarak: ‘Bu dakikada milletimizin hal ve istikbâline ait hususatı görüşmek maksadıyla bu mukaddes yerde, Allah’ın huzurunda bulunuyoruz’ diyerek tarihî konuşmasını yaptı. Ve sonra da ‘Ben, yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum, düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.’ buyurdu. Sorular soruldu, cevaplar verildi. (M. Reşit Kıpçak, a.g.e, s. 56-57)
Kaynak: Diyanet İşleri Başkanlığı